Zaman içinde, bilim insanları Fick ilkesini insanlarda uygulamanın başta düşünüldüğü kadar kolay olmadığını fark ettiler. Bu ilkenin doğru bir şekilde uygulanabilmesi için üç önemli kural belirlendi:
Bu kuralların, özellikle üçüncüsünün uygulanması için yeni bir yöntem gerekiyordu. İşte bu noktada, Alman doktor Werner Forssmann (1904-1979) devreye girdi. Forssmann, 1929 yılında cesur bir deney yaptı: Kendi üzerinde! Bir kateteri (ince, uzun bir tüp) kolundaki bir damardan geçirerek kalbinin sağ tarafına kadar ilerletmeyi başardı. Bu deneyle, kalbin sağ tarafına vücudun dışından güvenli bir şekilde ulaşılabileceğini kanıtladı. Başarısına ve başarısının sunduğu olanaklara karşın takdir beklerken, meslektaşları ve yöneticileri tarafından eleştiri ve alay konusu oldu; fakat yaptığı işler yurtdışında büyük ilgi topladı. 3
1932 5 yılında, New York City'deki Bellevue Hastanesi'nde kalp ve akciğer çalışmaları için dünyanın ilk laboratuvarı olan Kardiyopulmoner Laboratuvarını kurduklarında, stetoskop, elektrokardiyogram ve patoloji laboratuvarı kardiyak araştırmalarda kullanılan en son teknolojiydi. Bellevue Tüberküloz Servisi Baş Asistanı Dr. André Frédéric Cournand (1895-1988) ve Bellevue Hastanesi Columbia Bölümü Direktörü Dickinson Woodruff Richards (1895-1973)'ın ilk çalışmaları, Fick tekniğinin kullanımını doğrulama ve geliştirme üzerine odaklanmıştı. 3,9 1930'ların sonlarında, kalp hastalıkları ve kardiyopulmoner fizyoloji araştırmalarında, 1929'da Almanya'da bir tıp dergisinde yayımlanan ilginç bir makale dikkatleri çekti. Bu makalede Berlin yakınlarındaki küçük bir kasabada pratisyen hekim Forssman, bir köpeğin bacak damarından başlayarak ürolojik bir kateteri sağ atriyuma ve oradan kalbin içine kadar ilerletmiş ve kalbe doğrudan ilaç enjekte etmiş ve köpek hayatta kalmıştır. Bu girişimden ilham alan ikili, araştırmalarında kalp kateterizasyonunun kullanımına başlayarak kardiyak araştırmalara yeni bir yön vermiştir. 3 1941 yılına kadar Dr. Cournand, Hilmert Albert Ranges (1906-1969) ve Richards, hemodinamik ölçümler için kullanılabilecek sağ kalp kateterizasyon tekniklerini ile gereçlerini daha da geliştirdiler. 8
Kalp kateterizasyon işleminin tanılama aracı olarak kullanılmaya başlamasına kadar geçen süreç:
1945 yılından önce, pulmoner arter hipertansiyonu (PAH) olan bir hastaya yaşarken doğru bir tanı koyabilmek tesadüflerin dışında neredeyse imkansızdı çünkü gerekli tanı teknolojileri henüz geliştirilmemişti. Bu dönemde, doktorlar genellikle tanıyı ancak hastanın ölümünden sonra otopsi sırasında doğrulayabiliyorlardı.
1968'de New York Şehri Hastaneler Departmanı, Columbia ve Cornell tıp bölümlerini kapatma kararı aldı ve bu kararın bir sonucu olarak Bellevue'deki dünyanın ilk kateterizasyon laboratuvarına ev sahipliği yapmış kardiyopulmoner laboratuvarını kapattı. 6
Tıpta henüz gelişmiş teşhis araçlarının olmayışı nedeniyle, PH'un erken tanımlamarında birçok git geller ve geri dönüşler olmuştur. Birçok nadir hastalıkta da olduğu gibi literatürdeki görüş farklılıkları, raporlamadaki tutarsızlık, kısmen tanı kriterlerindeki çok sayıda eşanlamlılık ve varyans yani etiyolojide (hastalığın kökeni için) yakalanılamamış uzlaşı nedeniyle geliştirilemeyen standardizasyon hem hastalığın ortaya çıkma sıklığını belirlemeyi zorlaştırmış hem de Endarteritis Pulmonalis Deformans, Ayerza hastalığı, Ayerza sendromu, idiyopatik pulmoner hipertansiyon, küçük dolaşım arteriyosklerozu, idiyopatik sağ ventrikül hipertrofisi, cardiacos negros, "siyah kalp hastalığı", akciğer damarlarının sertleşmesi, akciğer raynaud hastalığı ve diğer birçok isimle adlandırılmasına neden olarak literatürde kendisini bir karmaşa içerisinde bulmuştur. 4
Primer pulmoner hipertansiyon ile ilgili önemli bilgiler, pulmoner hemodinamik (akciğer dolaşım direnci) üzerine yapılan fizyolojik çalışmalarla elde edilmiştir. İlk fizyolojik çalışmalar primer pulmoner hipertansiyondan ölen bireylerin, histopatolojik (mikroskop altında dokuların incelenerek hastalık tanısı konulması) gözlemlerine dayanır. 20. yüzyılın başlarında, doktorlar ölen hastaların otopsilerini yaptıklarında dikkat çekici bir durumla karşılaştılar: Akciğer atardamarlarının sertleşmiş olduğunu gözlemlediler. Bu tıbbi duruma "pulmoner arteriyoskleroz " ismi verilmiştir. Kalp rahatsızlıkları olan veya akciğer problemleri yaşayan hastalarda bu bulgu daha sık rastlanan bir durumdu. 1 O dönemlerde, yaşayan insanların akciğer damarlarındaki basıncı doğrudan ölçmek mümkün değildi.
Pulmoner arterlerdeki sertleşme, araştırmacılar tarafından incelendiğinde, bu durumun kronik yüksek kan basıncının bir sonucu olabileceği anlaşıldı. Bu bulgu, pulmoner arterlerin sertleşmesinin, yani pulmoner arteriosklerozun, kronik pulmoner hipertansiyonun (yani sürekli yüksek pulmoner kan basıncının) bir göstergesi olduğunu göstermektedir. Bu keşif, pulmoner arteriyel hipertansiyonun (PAH) hastalık sürecindeki anlayışımızı derinleştirdi ve pulmoner arterioskleroz, PAH'nin morfolojik imzası (yani hastalığın damarlarda yarattığı yapısal değişiklikler) olarak geniş çapta tanınmaya başlandı. 11
Fizyolojik gelişmeleri kısaca özetledikten sonra, Pulmoner Arteriyel Hipertansiyonun tanılama sürecine göz atalım...
Yazan: Kamil Hamidullah
Oluşturma Tarihi: Kamil Hamidullah / EKİM 2018
Önceki güncelleme:
Son güncelleme: Kamil Hamidullah / EYLÜL 2024
#PulmonerHipertansiyon #PAHSSc #PulmonaryHypertension