İnsan doğduğunda ilk nefesini alır ve öldüğünde son nefesini verir. Solunum sistemi, hayatta kalmamızı sağlamak için durmaksızın çalışır. Dakikada ortalama 12-15 kez nefes alırız. Bu, günde yaklaşık 17.000, yılda ise 6 milyondan fazla nefes anlamına gelir. Üstelik hiç ara vermeden! Her gün yaklaşık 7.500 litre hava soluruz. Eğer akciğerlerimiz sağlıklıysa, nefes alma işinin yaklaşık %80'ini diyafram gerçekleştirir. Bu miktar, orta boy bir yüzme havuzunu neredeyse dolduracak kadardır. 75 Bu basit ama hayati eylemin önemini genellikle fark etmeyiz. Ancak nefes almak zorlaştığında, nefesin hayatın kendisi olduğunu anlarız.
Akciğerler, diğer iç organlara kıyasla dış ortama en fazla maruz kalan ve en az korunan organdır. 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılın başında, İngiliz mühendis Thomas Savery (1650-1715)'in ilk ticari olarak kömürle çalışan buhar makinesini yapmasının ardından başlayan sanayi devrimiyle kas gücünden endüstriyel ve makine üretimine geçişle önemli teknolojik, sosyo-ekonomik ve kültürel değişimlere yol açtı. Toplumda büyük değişikliklere neden oldu. Şehirleşme, nüfus, fosil yakıt kullanımı artı. Yeni yaşam tarzları ve meslekler, bazı hastalıkların ortadan kalkmasına, bazılarının ortaya çıkmasına ve diğerlerinin değişmesine neden oldu. Ancak, bu süreç boyunca bilgi düzeyimiz sürekli olarak artmıştır. Son 200 yıl boyunca, akciğerler diğer iç organlara kıyasla en fazla dış etkiye maruz kalarak engellilik ve ölümde önemli bir rol oynamışlardır. 1 Pnömoni (zatürre), 1800'lerin sonu ve 1900'lerin başında bulaşıcı hastalıklardan kaynaklanan ölümlerin başlıca sebebiydi ve toplam ölümlerin üçüncü sırasındaydı. 2
Tıpta cerrahi, 20. yüzyılın ortalarına doğru gelişme göstermiştir. Akciğerlerin ve toraksın yapısından kaynaklanan fizyomekanik zorlukların aşılması çok uzun bir zaman almıştır. Özellikle 20.yüzyılın başlarında tüberkülozun çok önemli bir ölüm nedeni olması ve savaş cerrahisi göğüs hastalıkları ve cerrahisinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. 3
Makaleyi okurken karşılaştığınız bilemediğiniz tıbbi bilgiler için lütfen sizin için hazırladığımız, özet bilgiler için "SÖZLÜK veya ayrıntılı bilgiler içim "Pulmoner Hipertansiyonda Yer Alan Aktörler" bölümümüzü tıklayarak inceleyiniz.
Modern tıp, sanayi devrimiyle birlikte kanıta dayalı bir gelişim gösterirken, tarih öncesi dönemlere ait bazı bulgular, insanlığın tıp konusundaki eski bilgilerine dair şaşırtıcı ipuçları sunmaktadır. Örneğin, eski insan kemiklerinde görülen beyin ameliyatı izleri, geçmişte sanıldığından daha ileri tıbbi uygulamaların var olabileceğini göstermektedir.
Yazılı tarihin başlangıcı olarak kabul edilen MÖ 3200'den günümüze kadar olan süreçte, tarihçiler insanlık tarihindeki boşlukları doldurmaya çalışmaktadır. Ancak bu çabalara rağmen, geçmişin büyük bir kısmı hala bilinmezliğini korumaktadır.
1850'li yıllara gelindiğinde, göğüs hastalıklarının teşhisinde hekimlerin kullanabildiği üç temel araç vardı:
İlaç tedavileri bitkilerden oluşuyordu - haşhaş, söğüt kabuğu, stramonium, pelin otu - ve cerrahi becerileri çok azdı. Tüberküloz dinlenme, çeşitli diyetler ve yaşam tarzı değişiklikleriyle tedavi ediliyordu. Akut enfeksiyonlar ve ateşler, doğanın öldürme veya iyileştirme sürecini beklerken zamanı yapılandırmak ve kötü huyları gidermek için kısmen hacamatla, kanatmak veya çizmek gibi uygulamalar yapılırdı. Doktorun yaptığı şeyler daha çok zarar mı yoksa fayda mı sağladı? Onu kimse bilmiyordu. 1
Dolaşım Sisteminin Keşfi, Tarihçesi :
Kardiyovasküler sistemin (kalp merkezli dolaşım) keşfi, binlerce yıllık bir araştırma ve gelişim sürecinin ürünüdür. M.Ö. 3500 civarında Mısır'da başlayan bilgi, antik Yunan medeniyeti tarafından ilerletilmiş ve İskenderiye'de derinlemesine incelenmiştir. Ancak, Batı'da Roma İmparatorluğu'nun çöküşüyle bu bilgi gerilemiştir. Ne var ki, İslam dünyasında ve Avrupa manastırlarında korunmuş ve Avrupa üniversitelerinde anatomik çalışmaların yeniden canlanmasıyla ilerlemiştir. Yaklaşık 5100 yıllık çalışmanın ve ilerlemenin ardından, William Harvey (1578-1657), 1628 yılında kan dolaşımını keşfetmiştir. Harvey'in ifadesiyle, "Önceden var olan bilgiden kaynaklanmayan hiçbir bilim yoktur ve kökeni duyusal algıdan türetilmemiş kesin bir fikir yoktur." 10
Harvey'in sorduğu gibi, ya peki eğer o önceki bilgiler doğru değilse?
Fare gibi bir hayvanın göğüs boşluğunu açtığınızı ve dolaşım hakkında önceden bilgi sahibi olmadan kalbin ve kanın hareketini anlamlandırmaya çalıştığınızı hayal edin. Kalp ameliyatı sırasında kalbin hızlı hareketini gözlemleyenler, kalbin yükselip alçalırken göğüste nasıl hareket ettiğini fark edeceklerdir. Bu hareketler, kalbin kasılması (sistol) ve genişlemesi (diyastol) ile ilgilidir. Peki, diyastol pasif bir durum mudur yoksa aktif bir genişleme midir? Ayrıca, arterlerin nabız atışları gözlemlenecektir. Bu durumda, arterler mi atıyor yoksa kalp mi? Nabız atışının kalp döngüsü ile ilişkisi nedir? Atardamarların kan taşıdığını bilirken, kanın hangi yönde aktığı merak konusudur. Ancak, arteri kesmek, bu yönlü akış hakkında pek fazla ipucu sağlamaz. Dolaşım sistem açık uçlu mu, yoksa kapalı mı? Atardamarlar ve toplardamarlar arasındaki bağlantıların çıplak gözle görülemediği göz önüne alındığında, bu cevaplanması zor bir sorudur. Antik Yunanlıların kardiyovasküler sistemin yapısı ve işlevi hakkında hiçbir ön bilgisi yoktu. Daha da kötüsü, 1600'lere gelindiğinde araştırmacılar yanlış ön bilgilerle çalışıyorlardı. Literatürde (tıbbi kaynaklarda) kan dolaşımını görmek mümkün değildir. Bu nedenle, biyomedikal tarihinde bir dönüm noktası olan keşfi, William Harvey'in öncülük ettiği gibi akıllı deneysel yaklaşımlarla çıkarım yapmaya bağlıydı. 10
Nefes ve ruh arasında bir ilişki kurulmuştu. İlk nefeste ruh bedene girerken, son nefeste ise bedeni terk ediyordu. Antik Mısır'da (MÖ 3500), kalp, vücut boyunca dağılmış bir kanal sisteminin merkezi bir öğesi olarak kabul ediliyordu. Bu kanallar, kanı, dışkıyı, meniyi, iyi ve kötü ruhları ve hatta ruhu taşıyordu. Mısırlılar yanlış bir şekilde, bu unsurların beyinden gelen (muhtemelen aort) bir damarla (alıcı damar) kalple bağlantılı olduğuna inanıyorlardı. İkinci bir toplayıcı damarın da anüs bölgesinde bulunduğuna inanıyorlardı. 11
1- İmhotep - Yazılı Tarihte İsmen Bilinen İlk Doktor
M.Ö. 2700
Eski Mısır'da, adıyla tanınan en eski hekim İmhotep'tir. İsminin anlamı "barış içinde olan"dır. İmhotep, Eski Krallık'ın Üçüncü Hanedanlığı döneminde yaşamıştır ve Firavun Djoser'in M.Ö. 2667-2648 yılları arasında veziri, başrahibi, baş inşaatçısı ve marangozu olarak görev yapmıştır. Belli ki İmhotep, Yunanlıların onu döner, dolma ve baklavaya yaptıkları gibi Asklepios ile özdeşleştirmiş olabilecekleri, yahudilerin de kutsal metinlerinde yer alan Yusuf ile benzerlikler taşıyan bir figür olabileceği konusunda tartıştıkları evrensel bir simge, Mısırlı bir bilge ve katipti. Birçok icatla tanındı. İmhotep, eski Mısır başkenti Memphis yakınlarındaki Saqqara'da bulunan ünlü Djoser Basamaklı Piramidi'nin tasarımı ve inşası ile tanınır. Bu yapı, Mısır'ın ilk piramididir ve mimari tarihinde önemli bir dönüm noktasını temsil eder. Baş rahip olarak Imhotep'in zamanında ülkenin başhekimi olarak da görev yaptığına inanılıyor. Basamaklı Piramit'in kurucusu ve bir doktor olarak, bu büyük projede yer alan binlerce işçinin tıbbi bakımını da üstlenmek zorunda kaldı. Ayrıca Mısır tıbbının kurucusu ve çeşitli yaralanmaların özellikleri ve tedavisinin ayrıntılı, doğru kaydını içeren 48 örnek klinik kayıttan oluşan bir koleksiyon içeren Edwin Smith Papirüsü'nün yazarı olarak da kabul edilir. Bu nedenle, eski Mısır'ın ismen bilinen ilk doktoru ve aynı zamanda dünyanın yazılı tarihinde ismen bilinen ilk doktoru olarak ortaya çıkar. 13
Eski Mısır tıbbının merkezinde İmhotep vardı. 19 İmhotep, Mısır halkı tarafından "iyileştirmenin mucidi" olarak kabul edildiği için ölümünden sonra yarı tanrı olarak tapınıldı ve 2000 yıl sonra iyileşme ve tıp tanrısı olarak konumlandırıldı. Kültü, Yunan-Roma döneminde doruğa ulaştı 13 ve Ptolemaios Dönemi'nde Yunanlılar eşsiz öncü tıbbi becerileri nedeniyle onu, tıpkı dönere, dolmaya ve baklavaya yaptıkları gibi kendi tıp tanrıları Asklepios olarak tanımladılar. 19
Imhotep'in yaşamı boyunca tüberküloz, apandisit, gut, safra kesesi taşları ve artrit dahil olmak üzere 200'den fazla hastalığı teşhis ettiği ve tedavi ettiği düşünülüyor. Ayrıca ameliyat yaptı ve Memphis'te ilk Tıp okulunu kurmuş olabileceği düşünülüyor. Imhotep 4500 yıl önce ve Hipokrat'ın doğumundan 2000 yıl önce, tıp mesleğinin temellerini atan doğuştan halktan biri olarak kabul ediliyor. Onun mirası, sonraki büyük medeniyetleri etkiledi ve İmhotep olmadan bugünkü tıp dünyasının var olmayabileceği düşünülüyor. 22
Firavunlardan bile daha büyük şöhret kazanmış İmhotep, Amenhotep'in yanı sıra tam tanrılaştırma onuruna ulaşan tek Mısırlı ölümlüdür. 19. yüzyılda Osler-Rendu-Weber hastalığını tanımlayan Dr William Osler, onu "antik çağın sislerinden belirgin bir şekilde ortaya çıkan ilk doktor" olarak nitelendirdi. 16 Kayıtlı tarihteki ilk mimar, mühendis kısaca bilim adamıdır. Mısır'ın ilk piramidini tasarlardı. İmhotep, insanlık tarihinin ilk çok yönlü dehası olarak kabul edilir. Halefi Leonardo da Vinci gibi, farklı alanlarda büyük başarılar elde etmiştir.
Not:
1- Reçete
Eski Mısır'da, "Horus'un Gözü (Udjat)" adı verilen sembol, sağlığı korumak ve hastalıklardan korunmak için önemli bir rol oynamıştır. Roma'da da benimsenmiş latince Rx harfleriyle ifade edilmiş ve reçetinin (ingilizce: prescription) latincesi "recipe" kelimesinin kısaltması olarak eczacıya veya hastaya belirli malzemeleri veya ilaçları almasını söylemek için kullanılmıştır. Ortaçağ'da "Rx" sembolü daha da stilize hale gelmiş ve günümüzdeki tanıdık görünümüne ulaşmıştır. Bu sembol, artık doktorların önerdiği ilaç veya tedaviyi göstermek için evrensel olarak kullanılmaktadır. 18
2- Kimya
Eski Mısır'da, "kēme" (kimya) kelimesi, "kara toprak" anlamına gelirken, "Khem" terimi, Nil'in yıllık taşkınlarının ardından geri çekilmesiyle ortaya çıkan verimli siyah silti ifade ediyordu. Bu nedenle, "Khem", Siyah Toprak olarak biliniyordu. Aynı zamanda, Mısır kadınlarının kullandığı siyah kozmetik malzemesine de atıfta bulunan bu terim, antik Mısır'da altın ve gümüş yapımıyla ilgili olan "chemeia" kelimesine dayanarak kimya kelimesine yol açmış olabilir. Kimya kelimesi, Mısır'ın eski adı olan Khemi'den türetilmiş ve Avrupa dillerinde simya anlamına gelen "alchemy" ya da "al-khemia" olarak Araplardan geçer. Arapça kökenli "al-kīmiya" kelimesi, "Mısır" veya "Mısır bilimi" anlamına gelen ve ayrıca "Mısır siyah sanatları" lakabı olarak da kullanılan Kıpti kelimesinden ödünç alınarak türetilmiştir. "Egypt" adı, antik Mısır adı olan "Hwt-Ka-Ptah (Ptah'ın Ruhunun Konutu)"ın Yunanca telaffuzu olan "Aegyptos"tan gelir. Eski Mısırlılar, ülkelerini "Kara Ülke" anlamına gelen Keme olarak adlandırırlardı. Daha sonraları ise, Mısırlılar tarafından günümüzde de uluslar için kullanılan bir isim olan "ülke" anlamına gelen Mısr olarak bilinmeye başladı. Örneğin İmhotep, firavundan sonra Khemi'nin ikinci komutanıdır. 1661 yılında Boyle, alchemy teriminden "al" ön eki kaldırarak sadece "kimya" kelimesini kullanmış ve bu kullanım genel kabul görmüştür. 20,21,23
3- Ölüler kitabından bir pasaj
Doğru adı aslında Güne Geliş Kitabı'dır. (yeniden diriliş) " Sen göklerin efendisi, yerin efendisi, yükseklerde yaşayanların ve derinliklerde yaşayanların yaratıcısısın. Sen zamanın başlangıcında var olan Tek Tanrısın. Sen göksel bir biçimle taçlandırılmışsın, Tek'sin... Ey sen kudretli genç, sen sonsuz oğul, kendini doğuran, ey sen kudretli Bir, sayısız biçimler ve yönler, dünyanın kralı, Annu Prensi, sonsuzluğun efendisi ve ebediyetin hükümdarı... Sen bilinmezsin ve dışarıda aranabilirsin....; sen Tek'sin....". 19
M.Ö. 1600 Edwin Smith papirüsünde tıbbi prosedür, objektif bir muayene süreciyle başlar. Bu süreç, görsel ve koku alma ipuçlarını, palpasyonu ve nabzın alınmasını içerir. Muayeneyi takiben, doktor hastanın hayatta kalma şansını değerlendirir ve üç olası teşhisten birini koyar: "Tedavi edilebilir bir hastalık", "Mücadele edilebilir bir hastalık" veya "Tedavi edilmemesi gereken bir hastalık". Son olarak, tedavi seçenekleri sunulur. Edwin Smith Papirüsü, cerrahi konusunda dünyanın hayatta kalan en eski ders kitabı olan tıbbi bir belgedir. MÖ 1600 civarında yaratıldı, ancak yazının dikkatli bir şekilde incelenmesi, belgenin yalnızca MÖ 3000-2500 civarında yazıldığına inanılan daha eski bir tıbbi incelemenin bir kopyası olduğunu ortaya koyuyor. 14 Edwin Smith papirüsü, 4.68 metre veya 15.3 fit uzunluğunda bir parşömendir. Recto (ön taraf) 17 sütunda 377 satıra sahipken, verso (arka taraf) beş sütunda 92 satıra sahiptir. Sağdan sola, hiyerogliflerin Mısır el yazısı biçimi olan hiyeratikte, siyah mürekkeple ve kırmızı mürekkeple açıklayıcı parıltılarla yazılmıştır.
Edwin Smith Papirüsü aynı zamanda kafatası sütürleri, beyin zarları, beynin dış yüzeyi, beyin omurilik sıvısı ve kafa içi titreşimlerin bilinen ilk tanımlarını içerir. "Beyin" kelimesi herhangi bir dilde ilk kez geçmektedir.
20 Ocak 1862'de, Edwin Smith (1822-1906) hayatının en tarihi öneme sahip alışverişlerinden birini yaptı. Mısırbilim alanındaki derin bilgisi ve ilgisi ile tanınan Smith, yerel bir Lüksor sokak pazarında £12 karşılığında iki yıpranmış papirüs rulo satın aldı. Bu rulolar daha sonra, eski Mısırlıların tıp uygulamalarını aydınlatan öncü bir tıbbi metin olarak ortaya çıktı. 110
M.Ö. 1550 Ebers Papirüsü, M.Ö. 1550'lere kadar uzanan ve eski Mısır'dan kalan nadir tıbbi belgelerden biridir. Yaklaşık 20.23 metre uzunluğunda ve 30 santimetre yüksekliğindedir ve 110 sayfadan oluşur. Diğer eski Mısır tıbbi papirüslerinden çok daha uzun bir belgedir ve eski Mısır tıbbının en kapsamlı kayıtlarını içerir. 12 Ancak MÖ 3400'ün önceki metinlerinden bir kopya olduğuna inanılıyor. Sağdan sola, hiyerogliflerin Mısır el yazısı biçimi olan hiyeratikte, siyah mürekkeple ve kırmızı mürekkeple açıklayıcı parıltılarla yazılmıştır.
Dolaşım sistemi hakkında bilinen en eski yazılar, hem fiziksel hem de ruhsal 700'den fazla reçete ve ilaç içeren eski bir Mısır tıbbi papirüsü olan Ebers Papirüsü'nde (MÖ 16. yüzyıl) bulunur. Papirüste, kalbin atardamarlara bağlantısını kabul eder. Mısırlılar havanın ağızdan akciğerlere ve kalbe girdiğini düşünüyorlardı. Kalpten gelen hava, arterler yoluyla her üyeye gitti. Dolaşım sisteminin bu kavramı sadece kısmen doğru olsa da, bilimsel düşüncenin en eski açıklamalarından birini temsil eder. 6
Eski Mısırlılar, kalp kapakçıklarını ilk gözlemleyenlerdi ve kan akışını kontrol etmedeki işlevlerine dikkat çektiler. Kapakçıkların kalbin nabız hareketini oluşturmaktan sorumlu olduğuna inanıyorlardı. 29
Gerek savaşlar, gerek kazalarla pek çok kez kadim bilgilerin saklandığı kütüphaneler yangınlarda hasar görmüştür. Örneğin M.Ö. 48'de, Sezar'ın İskenderiye'deki kuşatmasında, düşman gemilerinin limanlara yaklaşmasını önlemek için gemileri yaktırmasıyla, Stoacı filozof Genç Seneca, Livy'nin Ab Urbe Condita Libri eserinden alıntı yaparak, Sezar'ın başlattığı yangının İskenderiye Kütüphanesi'nde 40.000 parşömeni yok ettiğini belirtiyor. 30
Bunun yanı sıra Mısır halkı kalp atışı ile periferik nabız (cildin altından hissedilen nabız) arasındaki ilişkiyi bilmelerine rağmen, metu elemanlarının (vücut sıvılarının) vücutta nasıl dağıldığına ilişkin bilgiyi kalp kuvvetine bağlamamışlardı. Aslında, nabızın hissedilmesinin, kanallardaki hava varlığının bir sonucu olduğuna inanılıyordu. Ayrıca, metu elemanlarının vücut boyunca gelip gittiğine inanılıyordu. Mısırlılar, otopsiyi düzenli bir şekilde gerçekleştirmediler ve diseksiyonu (kesip biçerek incelemeyi) tıbbi eğitimde kullanmadılar. Bu nedenle kardiyovasküler sistemle ilgili anatomofizyolojik özelliklerinin (vücut yapısını hem yapısal hem de işlevsel açıdan incelenmesi yaklaşımı) anlayışını daha da ileri götürememişlerdir. Bununla birlikte, Mısırlılar, kalp atışını periferik nabızla ilişkilendiren ve hava ile kardiyovasküler sistemi ilişkilendiren ilk toplum olmuşlardırı. 11
Alman Mısırbilimci Georg Moritz Ebers (1837-1898), 1873 yılının kış aylarında Mısır'a yaptığı ikinci bilimsel seyahati sırasında, Luksor'da (antik adıyla Teb) 11 yıl önce keşfedilmiş olan ve yaklaşık M.Ö. 1550 yılına tarihlenen bir papirüs bulup satın aldı. Daha sonra kendi adıyla anılacak olan bu papirüs, yaklaşık olarak M.Ö. 1550 yılına ait tıbbi metinler içeriyordu. Bu değerli tarihi belgenin tam olarak nereden geldiği bilinmese de, halk arasında Teb nekropolünde bir mumyanın bacakları arasından çıkarıldığı rivayet ediliyordu. 111
Eğer Scotty bizi Vezir İmhotep'un dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:
Vezir İmhotep, PAH ile ilgili şikayetlerimizi piramit inşaatından kaçmak için uydurulmuş bir bahane olarak görebilir ve "Hasta değilsiniz, biraz çöl güneşi ve piramit inşaatı size iyi gelecek" diyerek bizi inşaata gönderebilirdi.
Yunanistan Dönemi
Yunanistan'da 7. yüzyıl civarında, Aristoteles (M.Ö. 384-322)'ten önceki filozoflar, insan vücudunun yapısı ve işleyişi hakkında merak uyandırdılar. Bunlardan en ünlüsü Miletoslu Thales (M.Ö. 624-546)'ti. Tıp okulları, 5. yüzyılda filozoflarla birlikte ortaya çıktı. Kroton tıp okulundan Alkmaion (M.Ö. 520-450), deneysel gözlemlerden anatomik bilgi üreten ilk kişiydi. Kurguladıkları dolaşım sisteminde Venöz ve arteriyel sistemlerin farklı olduğunu düşünmüşler, kalbin kardiyovasküler sistemdeki rolünü tanımlayamamışlar ve anatomik detayları hakkında bilgi sağlayamamışlardı. Kanla dolu etli tüplerin var olduğunu ve bunların ciltte hava alışverişini sağladığını, akciğer solunumuyla da burundan yaşam enerjisi alındığını düşünmüşlerdi. 11
2- Asklepios, (Aesculapius/Imhotep)
M.Ö. 800 Asklepios, Antik Yunan'ın Şifa ve Tıp Tanrısı
Tıp tarihinin ilk büyük isimlerinden biri olarak kabul edilen ve Mısırlılar tarafından tanrılaştırılan, yazılı tarihin bilinen ilk doktoru İmhotep, Yunanlılar tarafından binlerce yıl sonra, Türk mutfağındaki baklava, dolma ve döner gibi yemeklerin sahiplenilmesine benzer bir şekilde, kendi şifa tanrıları olarak Asklepios ya da Aesculapius adıyla benimsenmiştir. 13
Tıbbın insanlıkla birlikte geliştiği düşünülse de, İmhotep (Asklepios) bu alanda öncü bir rol oynamıştır. Homeros'un M.Ö. 800 yılında yazdığı düşünülen İlyada'da, yazılı metinlerde ilk kez Asklepios'tan bahsedilir. İlyada'da şöyle geçer: "Çağırın Asklepios'un oğullarını, kusursuz hekimleri." Bu, Asklepios'un kendisinden değil, oğulları Makhaon ve Podaleirios'tan bahsetmektedir. 76 Asklepios'un Kolhis ve Truva'ya yapılan askeri seferleri takip eden yetenekli bir savaş cerrahı olduğu düşünülmektedir. 77 Mitolojiye göre, Asklepios başlangıçta ölümlü bir prens ve hekim olarak doğmuştur. Ancak ölüleri diriltme yeteneği nedeniyle Zeus'un gazabına uğrayarak yıldırım çarpması sonucu ölmüştür. Asklepios, daha sonra yine Zeus tarafından tıp tanrısı olarak ilan edilmiştir. 3
Tıp amblemlerinde yer alan, temeli doğu kültürüne dayanan ve tarihi M.Ö. 3000'lere uzanan yılan figürü, Asklepios ve onun asası ile özdeşleşmiştir. Asklepios sözcüğünün Grekçe "Askalabos" kelimesinden geldiği ve bu kelimenin yılan anlamına geldiği söylenir. Asklepios'un şifa veren gücünü yılandan aldığı ve halkın adaklarını Asklepios'a değil, bu yılana sunduğu iddia edilir. 4,26
Sonuç olarak, yılanlı asasıyla Asklepios, tıp tarihinin önemli dönemeçlerinden birinde sembolik bir figür olarak yerini almıştır. Mitolojik bir figür olduğu için yaşadığı kesin bir dönemden bahsetmek mümkün değildir, ancak kültünün kökenleri muhtemelen MÖ 8. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Asklepios kültü, MÖ 5. ve 4. yüzyıllarda Yunan dünyasında hızla yayılmış, Helenistik ve Roma dönemlerinde (yaklaşık MÖ 323 - MS 400) doruk noktasına ulaşmıştır. Mitolojide Apollo'nun oğlu ve kentaur Kheiron'un öğrencisi olarak geçen Asklepios'un adına kurulan tapınaklar (Asklepionlar), Yunanistan'dan başlayarak tüm Akdeniz havzasına yayılmıştır. En ünlü Asklepionlar Epidauros, Kos, Pergamon ve Roma'da bulunuyordu. Elinde yılanlı bir asa ile tasvir edilen Asklepios'un bu sembolü, günümüzde modern tıbbın sembolü haline gelmiştir. Asklepios kültü, Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu'nda resmi din olmasıyla birlikte önemini yitirmeye başlamış olsa da, onun adına kurulan sağlık merkezleri antik dünyada tıp uygulamalarının önemli merkezleri olmuş ve modern tıbbın temellerinin atılmasında rol oynamıştır. 3
Eğer Scotty bizi Asklepios'un dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:
"Bu hasta, sanki Olimpos Dağı'na tırmanıyormuş gibi nefes alıyor. Kalbi, bir centaurun koşusu gibi, Zeus'un Olimpos'tan fırlattığı şimşekler kadar hızlı! Eğer tanrıların parmağı varsa, Hades’in nefesini çaldığı kesin."
3- Hipokrat, (Hippocrates; MÖ. 460-370)
M.Ö. 400 Hipokrat, Tıbbın Babası ve Yazılı Tarihteki İlk Göğüs Cerrahı
Hipokrat, modern tıbbın kurucusu olarak kabul edilir. M.Ö. 460-370 yılları arasında Yunanistan'ın Kos adasında doğmuştur. Hipokrat, hekim olan babası Heraklides'in izinden giderek tıp alanında çalışmaya başladı ve tıbba yeni bir bakış açısı kazandırdı. 24
Not: Humoral teori; İnsan vücudu kan, balgam, sarı safra ve siyah safra içerir. Bu maddeler vücudun yapısını oluşturur ve sağlık ile hastalık arasındaki dengeyi belirler. Sağlık, bu bileşen maddelerin doğru oranda, hem güç hem de miktar olarak, birbirlerine karıştığı ve dengelendiği durumdur. Ağrılar, bu maddelerden birinin eksikliği veya fazlalığı, ya da vücutta diğerlerinden ayrılarak karışmaması durumunda ortaya çıkar. Vücut, dengeli bir kombinasyona sahip olduğunda iyi sağlık durumunu korur. Bu mizah miktarının doğru olması sağlık için önemlidir. Hastalıkların patofizyolojisi ise genellikle mizah miktarındaki fazlalıklar veya eksikliklerden kaynaklanır. 25 O dönemde mikroplar ve virüsler henüz bilinmiyordu, dolayısıyla güncel anatomik bilgilerden oldukça uzak olan bu yaklaşım, 9 belki biyokimya için kabaca ilk adım olarak kabul edilebilir. 25
Hipokrat'ın kurduğu tıp okulu, antik Yunan tıbbında devrim yaratarak tıbbı ayrı bir meslek ve bilim dalı olarak tanımladı; sadece bir tedavi yöntemi olmaktan çıkarıp sistematik ve etik temellere dayandırdı, bu nedenle Hipokrat "tıbbın babası" olarak anılmaktadır. 24,26
Hipokrat'ın tıp alanına getirdiği yenilikçi yaklaşımlar ve önemli katkılar özetle şunlardır:
Hipokrat, özellikle göğüs hastalıkları konusunda önemli çalışmalar yapmıştır:
Hipokrat, "Aforizmalar" adlı eserinde iltihabın sıvı özelliklerine göre prognoz hakkında şöyle yazmıştır: "Ampiyem açıldığında irin soluk ve beyazsa hasta hayatta kalır, ancak kanla karışık, bulanık ve kötü kokulu ise ölür." 78,79,81
Ayrıca, çomak parmak gibi bazı semptomları da tanımlamış, 24 sklerodermanın da ilk bulgularını ortaya koymuştu. 27
Çomak parmak olarak bilinen tırnakların bombeleşmesi, ilk olarak Hipokrat tarafından tanımlanmış ve "Hipokratik parmaklar" olarak da adlandırılmıştır. Bu durum, tırnak plağı ile tırnak kıvrımı arasındaki açının 180 derecenin üzerine çıkmasıyla ortaya çıkar, tırnağın normalden daha yuvarlak ve kubbeli bir görünüm kazanmasına neden olur. Çomak parmak genellikle el ve ayaklarda çift taraflı olarak görülse de, tek taraflı olarak da ortaya çıkabilir. Tırnak plağının yatay ve dikey eğimlerinin artmasıyla saat camına benzer konveks bir görünüm kazanması, çomak parmak belirtisinin gözle görülür bir özelliğidir. Ayrıca, tırnak kenarındaki yumuşak dokuda da kalınlaşma ve şişme mevcuttur. Çomak parmak, çoğunlukla kalp ve akciğerler olmak üzere bir dizi hastalıkla ilişkil kabul edilir. Bu nedenle, pek çok hastalığın tarihsel seyrinde bu belirtiyi ilk tanımlayan Hipokrat'a bir selam niteliğinde atıfta bulunulur. 72
Günümüzde bile Hipokrat'ın tıbbi görüşleri ve felsefesi değerini korumaktadır. Bu nedenle, birçok ülkede yeni mezun olan hekimler "Hipokrat Andı" adı verilen bir yemin ederler. Bu ant, hekimlerin etik değerlerini ve mesleki sorumluluklarını hatırlatır.
Hipokrat'ın öncülüğündeki Kos Okulu, tıbbın mantıksal temellere oturtulmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu okulun üyelerine atfedilen "Kalp Üzerine" adlı kitap, Dolaşım Sistemi, özellikle de Kalp ve Damar Sistemi (kardiyovasküler sistem, KDS) hakkında önemli bilgiler içermektedir. 11
Bu kitapta, kalbin anatomik özellikleri ilk kez detaylı olarak açıklanmış ve KDS'nin vücuttaki yaşamsal önemi vurgulanmıştır. Yazarlar, kalbi şu şekilde tanımlamışlardır: 11
Kitaba göre, akciğerler kalbi aşırı ısınmaktan korumak için kalbin etrafını sarmış ve göğüs kafesinde konumlanmıştır. 11
Beslenme açısından ise ilginç bir teori öne sürülmüştür: Vücudun geri kalanı damarlar aracılığıyla kanla beslenirken, kalbin kendisini kan diyalizi sırasında oluşan saf maddeden beslediği düşünülmüştür. 11
Bu bilgiler, o dönemdeki tıbbi anlayışı yansıtmakta ve kardiyovasküler sistem hakkındaki ilk sistematik çalışmaların temelini oluşturmaktadır. 11
Hipokrat Yemini: Orjinal Hipokrat Yemini'nin Türkçeye çevrilmiş hali aşağıdaki gibidir:
"Hekim Apollon, Asklepios, Hygieia, Panacea üzerine ve bütün Tanrı ve Tanrıçaların huzurunda yemin ederim ki, yeteneğim ve gücüm elverdiğince bu and ve sözleri tutacağım:
Bu sanatta hocamı, babam gibi tanıyacağım, rızkımı onunla paylaşacağım, ihtiyacı olursa kesemi onunla bölüşeceğim, çocuklarına kardeşim gibi bakacağım ve öğrenmek isterlerse bu sanatı ücretsiz öğreteceğim; ilaç reçetelerini, şifai bilgileri ve diğer bilgileri sadece ve sadece kendi evlâtlarıma, hocamın çocuklarına ve hekimlik kurallarına uygun sözleşmeyle bağlı ve and içmişlere öğreteceğim.
Yeteneğim ve hâkimiyetim ölçüsünde hastalarımın iyiliği için tedaviler önereceğim ve asla kimseye zarar vermeyeceğim.
İsteyen hiç kimseye öldürücü bir eczayı ne vereceğim ne de bunu tavsiye edeceğim; benzer şekilde, bir gebe kadına çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim.
Hayatımın ve sanatımın saflığını koruyacağım.
İç organlarındaki taşı keserek almayı, hastalığı çok açık olan hastalarda bile, işin ehli olan (cerrah)lara bırakacağım.
Hangi eve girersem gireyim, bütün kasıtlı kötülük ve suistimallerden ve özellikle de ister hür ister köle olsun erkek ve kadınların vücudunu kötüye kullanmaktan kaçınarak, sadece hastaya yardım için gireceğim.
Gerek sanatımın icrası sırasında gerekse insanlarla gündelik ilişkideyken edindiğim bilgileri ortalığa saçmayacağım, bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım.
Bu yemine sadık kalırsam hayatımı ve mesleki uygulamalarımı insanların tümünden ve her zaman saygı görerek mutlulukla sürdüreyim, ama ona ihanet eder ya da çiğnersem tam tersini yaşayayım." 81
Günümüzdeki Hekimlik Andı:
Dünya Tabipler Birliği Cenevre Bildirgesi
M.Ö. 400'lü yıllarda, Hipokrat'ın "Boğaz iltihabı geçiren kişilerin, hastalığın akciğerlere yönelmesi durumunda yedi gün içinde hayatlarını kaybettiği, ancak bu günleri sağ salim atlatan kişilerde ise ampiyem (plevra boşluğunda irin birikmesi) oluştuğu" yönündeki aforizması oldukça önemli bir tespitti. Bu dönemde boğaz enfeksiyonları, ciddi seyirli ve sıklıkla hayatı tehdit eden durumlar olarak kabul ediliyordu. 42
Eğer Scotty bizi Hipokrat'ın dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:
O dönemde Hipokrat, basit bir boğaz iltihabının akciğerlere ilerleyip yedi gün içinde ölümle sonuçlanabileceğini tespit etmişti.
“Ey Atinalı, parmak uçlarındaki bombelenmeler, nefes darlığı ve yorgunluğun, vücudundaki humoral dengenin (kan, balgam, sarı safra ve kara safra) bozulmasından kaynaklanıyor olabilir. Akciğer sağlığına da dikkat et. Unutma, yiyecekler şifadır ve şifa da yiyeceklerindedir. Bol bol zeytin ve üzüm ye; bunlar kanını temizler ve nefesini rahatlatır.”
4- Herofilus (Herophilos, M.Ö. 335-280)
M.Ö. 300 Herofilus, İlk Anatomist ve Otopsi Uzmanı
Herofilus (Herophilos, M.Ö. 335-280), İstanbul'un Kadıköy (Chalcedon) semtinde doğmuş ve İskenderiye Tıp Okulu'nun kurucularından biri olarak bilinir. Önemli bir Antik Yunan hekimi olan Herophilus, insan kadavralarını anatomik incelemelerde ilk kullanan kişi olarak tanınır ve bu nedenle "ilk anatomist" ve "otopsi uzmanı" olarak kabul edilir. 83,31
Herofilus, insan kadavraları üzerinde sistematik anatomik incelemeler yaparak "teşrih (otopsi)" tekniğini geliştiren ilk hekimdir. Her organ ve işlevsel bölüm için isimlendirme yapmış, bu isimler bugün hala anatomide kullanılmaktadır. Beynin detaylı bir tanımını yaparak cerebrum (beyin) ve cerebellum (beyincik) arasındaki farkları, meninksleri (beyin zarları), tendonlar ve sinirlerin farkını, gözün ve sinirlerinin tamamını, hassasiyetini, fonksiyonlarını, retina'yı (amphiblestrocides olarak adlandırır), vasküler sistemin tanımını vermiştir. Duodenum, onikiparmak bağırsağı (dodekadaktylos = on iki parmak) deyimi onundur ve bu ismi on iki parmak genişliğinde olduğu için vermiştir. Karaciğerin tanımı, pankreas, prostat (Yunanca terimi adenoeideis prostatai: önde duran guddeler anlamındadır), cinsiyet organları da incelemeleri arasındadır. Organizmayı besleme, vücut ısısını sağlama, idrak ve düşünce olmak üzere dört güç kontrol eder ve bu güçlerin sırasıyla karaciğer, kalp, sinir ve beyin tarafından sağlandığını belirtmiştir. 7 Aynı zamanda bir öğretmen olan Herofilus, kalpten atardamarlardan kan akışını araştıran "Nabız Üzerine" adlı kitabından, doğum süresini ve aşamalarını tartışan "Ebelik" adlı kitabına kadar en az dokuz metnin yazarıydı. Eserleri kayıptır, ancak M.S. ikinci yüzyılda Galen tarafından çok alıntılanmıştır. 31
Erken çağlarda, insan kadavraları üzerinde diseksiyon yapmak (yani kesip biçerek inceleme) yasak olduğu için, Yunanlar genellikle hayvan anatomisiyle ilgileniyorlardı. Herofilus ve asistanı Erasistratus (M.Ö. 310-250), 8 İskenderiye (Mısır) Tıp Okulu'nun kurucuları olarak bilinirler ve bu okul, o dönemde insan kadavraları üzerinde diseksiyon yapma iznine sahip tek yerdi. İkili, kadavra diseksiyonlarının yanı sıra, yaklaşık 600 mahkum üzerinde canlı diseksiyonlar da yapmışlardır. 9
Herofilus, tıp alanında çığır açan çalışmalar yapan öncü bir bilim insanıydı. İnsan kadavraları üzerinde yaptığı sistematik incelemeler, tıpta deneysel yöntemlerin önemini vurgulayan bir yaklaşımın temelini attı. Bu çalışmalar, dönemin yaygın inanışlarını sorgulamasına ve tıbbi bilginin deneysel yöntemlerle doğrulanması gerektiğini savunmasına yol açtı. Zamanın geleneksel tıbbının, safra, kara safra, balgam ve kan arasındaki dengesizliğin hastalıklara yol açtığını savunan dört mizah teorisi olan "Humoral Teori"nin (vücut sıvıları dengesi teorisi) hakim olduğu bir dönemde, Herofilus, damarların kan, hava ve su karışımıyla dolu olduğuna dair yaygın inancın aksine, atardamarlar (arterler) ve toplardamarların (venler) farklı yapılar olduğunu ve her ikisinin de kan taşıdığını keşfetmiştir. Atardamarların toplardamarlardan altı kat daha sık olduğunu, kan içerdiğini ve ölümden sonra boşalıp yassılaştığını gözlemlemiştir. Atardamarların ritmik atışlar yaptığını ve nabzın bu atışlardan kaynaklandığını ortaya koymuştur. Nabzı ölçmek için su saati kullanarak standartlar geliştirmiş ve bu yöntemi hastalıkların teşhisinde kullanmıştır. Ayrıca, Herofilus kalp kapakçıklarını yeniden keşfetmiş, ancak bu kapakçıkların işlevini henüz tam olarak anlayamamıştır. 31,7
Herofilus'un sinir sistemi üzerine yaptığı çalışmalar da dikkat çekiciydi. Kafatası incelemelerinde "calamus scriptorius" adını verdiği bir yapıyı keşfetti ve bunun insan ruhunun merkezi olduğunu düşündü. Sinirler ile kan damarları arasındaki farkı ortaya koydu ve hareket ettirici (motor) ile hissettirici (duyu) sinirleri ayırt etti. Tüm sinirlerin beyinden çıktığını ileri sürdü. 31
Herofilus, "pneuma" adını verdiği özel bir maddenin vücutta dolaştığına inanıyordu. Eski Yunan tıbbında "yaşam enerjisi" olarak düşünülen pneumanın, kan ile birlikte atardamarlarda dolaştığını ve sinir iletiminde rol oynadığını düşünüyordu. Dönemin "dört sıvı teorisi" ile kendi gözlemlerini birleştirerek, hastalıkların oluşumunu vücut sıvılarındaki dengesizliğin pneumanın beyne ulaşmasını engellemesiyle açıkladı. 31
Herofilus'un çalışmaları, dolaşım sistemi hakkındaki bilgilerimizi önemli ölçüde ilerletmiş ve tıbbın deneysel temellere dayandırılmasının gerekliliğini vurgulamıştır. Bu yaklaşım, modern tıbbın gelişiminde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
İnsan anatomisi hakkında bilgi edinmek amacıyla yapılan diseksiyon, Herophilos'un ölümünden 1600 yıldan fazla bir süre sonra, erken modern zamanlarda Andreas Vesalius (1514-1564) tarafından yeniden başlatılacaktı. 31
Eğer Scotty bizi Herofilus'ın dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:
"Kalbiniz, Afrodit’i gören Ares gibi çarparken, akciğerleriniz bu aşka pek ilgi göstermiyor. Şikayetleriniz için somut bir neden bulamıyorum. Daha detaylı bir inceleme yapabilmem için izninizle sizi kesip iç yapınızı incelemek isterim."
5- Erasistratos (Erasistratus, M.Ö. 310-250)
M.Ö. Erasistratos, Kılcal Damarlar ve Kalp Kapakçıklarının İşlevini Açıklamıştır
Erasistratos, Hipokrat'ın geleneksel mizahi teorisi olan Humoral teoriye karşı çıkarak, İskenderiye'de metodik tıp öğretileri okulunun kurulmasında önemli bir rol oynamıştır. Yaşlılığında Küçük Asya'ya yerleşen Erasistratos'un çok sayıda öğrencisi ve takipçisi olmuş ve İyonya'daki Smyrna (İzmir)'da kendi adını taşıyan bir tıp okulu, Strabon'un (M.Ö. 64-M.S. 24) zamanına kadar, yaklaşık 1. yüzyılın başlarına dek varlığını sürdürmüştür. Erasistratus ve Herophilus, hem suçlular üzerinde gerçekleştirdikleri insan vücuduna yönelik sistematik canlı diseksiyon çalışmaları hem de kadavra üzerinde yaptıkları incelemeler ile Rönesans'a kadar insan organlarının anatomisi ve fizyolojisi üzerine çalışan tek bilim insanları olarak tarihte bilinirler. 8
Herofilus'un öğrencisi ve meslektaşı olan Erasistratos, yaşam sırasında kesildiklerinde arterlerin kanadığını gözlemlemiştir. Bu gözlemden yola çıkarak arterlerden kaçan (çıkan) havanın yerini, venler ile arterler arasındaki küçük damarlar aracılığıyla kanın doldurduğunu düşünmüştür. Böylece kan akışını ters olarak düşünse de, ilk kez kılcal damar fikrini ortaya atmıştır. Pneuma (yaşam gücü/enerji), bedenin canlılığını ve işleyişini yönlendiren ruh ve nefes olarak düşünülürdü. Erasistratus, pneuma (yaşam gücü/enerji)teorisine olan inancı nedeniyle arterlerden kan yerine havanın aktığını düşünüyordu. Teorisine bağlı kalarak, arterlerin yalnızca pneuma taşıyan damarlar olduğuna inanmış ve arterlerden kan aktığına dair gözlemleri yanlış olarak değerlendirmiştir. Ona göre, arterlerden görünmeden pneuma akıyordu. Ayrıca, arterlere komşu venlerdeki kan, horror vacui, yani doğanın boşlukları doldurma eğilimi nedeniyle, damar duvarından arterlere geçiyordu. 7
Erasistratus, iki tip pneuma tanımlamıştır. Bunlar; akciğerlerden alınan ve kalbin sol ventrikülüne dağıtılan, yaşamı destekleyen vital pneuma (hava) ile beyinde bulunan ve sinirler aracılığıyla yayılan psişik pneuma (enerji kaynağı; ruh)'dır. 7
Erasistratos, özellikle dolaşım ve sinir sistemleri üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınmaktadır. Duyusal ve motor sinirler arasındaki farkı belirlemiş, ancak sinirlerin sıvı içeren içi boş tüpler olduğunu düşünmüştür. Havanın akciğerlere ve kalbe girdiğini, atardamarlar aracılığıyla vücuda taşındığını ve damarların kanı kalpten vücudun çeşitli bölgelerine taşıdığını varsaymıştır.piglotun yutma sırasında soluk borusunu kapatarak yiyecek ve içeceklerin akciğerlere girmesini önleyen işlevini ve triküspit ile biküspit (mitral) kapakçıkları doğru bir şekilde tanımlamıştır. Triküspit kapağı, MÖ 250 civarında Erasistratus tarafından adlandırılmıştır. 32 Erasistratos, kalbin duyguların merkezi olmadığını, ancak onun yerine bir pompa işlevi gördüğünü ve kalbi kanın dağıtıcısı olarak doğru tanımlayarak, William Harvey'in kan dolaşımı keşfine en çok yaklaşan kişi olmuştur. 7
Galen'in aktardığı bir pasajda, Erasistratos'un görüşleri şu şekilde ifade edilir: "Toplardamar, tüm vücuda dağılan atardamarların başlangıç noktasından kaynaklanır ve kalbin kan dolu (sanguineous) ya da sağ karıncığına girer; atardamar (veya akciğer toplardamarı) ise toplardamarların başlangıç noktasından kaynaklanır ve kalbin hava dolu (pneumatic) ya da sol karıncığına girer." 8
Erasistratus, dönemin yaygın inancının aksine, damarların karaciğerden, atardamarların ise kalpten çıktığına inanmıyordu; ona göre, her ikisi de kalpten kaynaklanıyordu. Ancak, atardamarların kan yerine hava taşıdığına inanması, William Harvey'in kan dolaşımı teorisini öngörmesini engellemiştir. Kan üretiminin kalpte değil, karaciğerde başladığını düşünmüş ve bir atardamarın zarar görmesi durumunda, kanın vücuttaki vakum etkisiyle çekildiğini savunmuştur. 8
Erasistratus, kalbin dört ana kapağının işleyişini doğru bir şekilde tanımladı ve kalpten çıkan maddenin geri dönmediğini, kalbe giren maddenin de aynı yönde geri akmadığını gözlemledi. Bu durum, kalp kapakçıklarının açılıp kapanmasıyla sağlanıyordu. Ancak, ona göre bu kapakçıklardan geçen madde kan değil, "pneuma" yani yaşam nefesiydi. Ayrıca, kalbin yapısını inceleyerek pulmoner arter ve aortanın sigmoid şeklini tanımlamıştır. 8
Erasistratus ve Herophilus, antik dönemin önemli anatomi ve fizyoloji bilim insanlarıydı. Ancak, bu iki bilim insanının eserlerinin çoğunun belgeleri, 20. yüzyılın sonlarına kadar keşfedilemedi. Bu nedenle, bilim insanları, Galen'in Erasistratus ve Herophilus'tan bahseden eserlerindeki alıntıları analiz ederek, bu iki bilim insanının çalışmaları hakkında bilgi edinmeye çalışmışlardır. 8,84
Not: Trikuspid adı, kapakçığın azı dişine benzer yapısı nedeniyle 'cuspis' ve üç kapaktan oluştuğu için 'tri' terimlerinden türetilmiştir. Bu nedenle, ‘trikuspid’ (veya ‘trikürpit’) terimi ortaya çıkmıştır.
Eğer Scotty bizi Erasistratos'un dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:
Triküspit kapak, muhtemelen M.Ö. 250 civarında Erasistratus tarafından adlandırılmıştır. Bu terimin kullanımını Galen sürdürmüştür.
“Önce hocam Herofilus’a gitmiş, sonra bana gelmişsiniz. Bu, beni hocama karşı zor durumda bırakıyor; ancak görünüşe göre atardamarlarınız biraz 'hava yapmış', triküspit kapağınız da sıkışmış gibi görünüyor."
6- Celsus, (Aulus Cornelius Celsus; M.Ö. 25-M.S. 50)
M.S. 30 Romalı Ansiklopedist, Kadim Bilgilerin Koruyucusu ve Tıp Tarihinde Bir Köprü
Aulus Cornelius Celsus (MÖ 25 - MS 50), çok daha büyük bir ansiklopediden hayatta kalan tek bölüm olduğuna inanılan, günümüze ulaşan tıbbi çalışması De Medicina ile tanınan Romalı bir ansiklopediciydi.Celsus, bir Romalı ansiklopedist ve bilgin olarak bilinir. Geniş tıbbi çalışmaları, ansiklopedisinin en önemli bölümüdür. Ansiklopedisi, tarım, hukuk, retorik ve askeri sanatlar gibi çeşitli konuları kapsıyordu. Ancak, sadece "De Medicina" (Tıp Üzerine) adlı sekiz kitap günümüze ulaşmıştır. Bu kitaplar, MS 47'den önce yazılmış ve yayınlanmıştır. 33
De Medicina:
Eserin tarihsel boyuttaki önemi, kadim medeniyetlerden gelen birçok bilginin günümüze ulaşmasını sağlamış olmasıdır. Helenistik tıp, İskenderiye anatomisi ve cerrahisi gibi konularda şu anda bilinenlerin çoğu, De medicina eserinde yer almaktadır. Celus, Kadim bilginin koruyucusu olarak kabul edilebilir. De medicina, günümüzde en iyi tıp klasiklerinden biri olarak kabul edilse de, çağdaşları tarafından genellikle ihmal edilmiştir. Ancak, Papa V. Nicholas (1397-1455) tarafından keşfedilmiş ve matbaanın piyasaya sürülmesinden sonra (1478) basılan ilk tıbbi eserlerden biri olmuştur. 34
Kendisiyle ilgili, bazı çağdaşlarından gelen atıflar ve bıraktığı eser dışında hiçbir bilgi günümüze ulaşmamıştır. 33
Hipokrat, kötü huylu tümörleri karsinom olarak adlandırmak için Yunanca καρκίνος, karkínos 'yengeç, kerevit' kelimesini kullandı. Yunanca terimi Latince kansere çeviren ve aynı zamanda 'yengeç' anlamına gelen Celsus'du. Celsus, göz anatomisi üzerine yazmış ve koroid tabakasını ilk kez adlandıran kişi olmuştur. 33 Vücudun diğer bölgelerinden alınan deriyi kullanarak yüzün plastik cerrahisini tanımladı. Enflamasyonun dört ana belirtisini sıraladı: ısı, ağrı, kızarıklık ve şişlik. 34 Fıtığın tarifi, meydana gelişi ve cerrahi tedavisinin imkanları hakkında ilk bildiriler de Celsus’tan gelmiştir. 35 Celsus, antikçağ ilaçlarının hazırlanması, özellikle de opiyatların (sakinleştirici) hazırlanması konusunda ayrıntılı bilgiler verir. Ayrıca, 1. yüzyıl Roma cerrahi prosedürlerini tanımlar, bunlar arasında kataraktın çıkarılması, mesane taşlarının tedavisi ve kırık kemiklerin yerine konması bulunur. Ayrıca, göz anatomisi üzerine yazmış ve tabakalardan birini ilk kez koroid olarak adlandıran kişi olmuştur. 33
Eğer Scotty bizi Celcus'un dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:
“Bütün yazdığım ansiklopedileri ve kadim bilgileri taradım, ancak size yardımcı olabilecek bir bilgiye ulaşamadım.
404 Sayfa Bulunamadı!"
7- Galen, (Claudius Galenus; M.S. 129-216) - 1500 Yıl Zirvede Kalan Doktor
M.S. 200
Tıp alanında "Kralı gelse tanımam" ifadesini yalnızca Galen söyleyebilir. Tıp dünyasında yaptığı değerli çalışmalarla, 1500 yıl boyunca hüküm sürdü ve bilim insanlarına rehberlik etti. Bu zaman zarfında artan bağnazlık, dini baskılar ve yasaklamalar, tıbbın ilerlemesini önemli ölçüde engellenmiştir. Harvey'nin kan dolaşımını 1628'de keşfetmesine kadar, Galen'in eski kan dolaşımı sistemi teorisi geçerliliğini korudu. Yine bu dönemde artan bağnazlık, dini baskılar ve yasaklamalar, tıbbın ilerlemesini önemli ölçüde engelledi. MS 2. yüzyılda yaşamış olan Galen, Roma İmparatorluğu'nun altın çağında tıbbi alanda çığır açan çalışmalar yapmıştır. Anatomik keşifleri ve geniş yazı koleksiyonu, uzun yıllar boyunca tıp biliminin gelişimine öncülük etmiştir. O dönemde, Galen o kadar çok bilgi üretti ki, yazılarını yetiştirebilmek için bazen 20 kâtip çalıştırdığı söylenir. Ayrıca, hayvanların diseksiyonu (kesip biçme yoluyla öğrenme) yoluyla organ sistemlerinin işleyişi hakkında derinlemesine bilgiler elde etmiş ve bu bilgiler sonraki nesillere aktarılmıştır. Galen, tıp eğitimine 16 yaşında başladı ve coğrafyasındaki en prestijli tıp okullarında yıllarca süren bir eğitim aldı. M.S. 157 yılında, 28 yaşında Bergama'ya döndüğünde gladyatörlerin cerrahı olarak atandı. Bu görevde, doktor, cerrah, eğitmen ve beslenme uzmanı olarak 5 yıl boyunca çalıştı. Ardından MS 162'de Roma'ya gittiğinde hızla tanınmış bir tıp otoritesi haline geldi. Sonunda birkaç imparatorun kişisel doktoru olarak görev yaptı. 36,37
Orta Çağ tıbbı, çoğunlukla "Galenik Tıp" olarak anılır ve adını eczacılığın babası kabul edilen Galen'den alır. Bergama doğumlu bu Romalı hekim, Hipokrat'ın "Primum non nocere" (Önce zarar verme) prensibini eczacılık alanına uyarlayarak tıp tarihinde derin izler bırakmıştır.
Ancak Galen'in tıp üzerindeki etkisi, beklenmedik bir sonuç doğurmuştur. Orta Çağ'ın dogmatik "Ipse dixit" (Üstat öyle dedi) yaklaşımı, Galen'in teorilerini sorgulanamaz gerçekler olarak kabul etmiş ve eleştirel düşünceyi engellemiştir. Bu durum, tıp alanındaki bilimsel ilerlemeyi uzun bir süre durdurmuş, yeni fikirlerin ve keşiflerin önünü tıkamıştır.
Benjamin D. Wiker, Galen'in günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce yaşamış, tıp dünyasına yapmış olduğu katkılarla ve kazandırdığı değerlerle tüm zamanların en iyi hekimi olduğunu, söylüyor. Wiker'e göre, o Yunan tıbbını düzenledi ve sonra bunu Romalılara hediye etti. O, dört Roma imparatorunun özel hekimliğini yaptı. Ama kılıç, mızrak ve vahşi hayvanların dişleriyle yaralanan gladyatörlerin tedavilerini de o üstlendi. Öylesine etkindi ki, bilgileri, deneyimleri, öğretileri imparatorluğun dört bir köşesine yayıldı. İmparatorluk yıkıldıktan sonra bile Galen'in gücü, Bizans İmparatorluğu'ndan Arap İslam dünyasına, oradan da dünyanın dört bir köşesine uzandı. O yalnızca bir tıp bilgini değil, herkesin tanıdığı bir filozof, bir düşünür, aynı zamanda da bir din bilimcisiydi. 38
(Eğer bulabilirseniz okumanızı tavsiye ederim; link çalışmıyor ama "Primum non nocere" konulu güzel bir yazıydı. Bakınız: http://www.ubiat.com/andac.html)
Galen (M.S. 129-216), kan damarlarının kendinden önceki bilim insanları gibi hava değil kan taşıdığını bilmekteydi. Venöz (koyu kırmızı) ve arteriyel (daha parlak ve ince) kanı ayırt ederek, her birinin farklı ve ayrı görevlerinin olduğunu belirtmiştir. 6 Ancak kendi çalışmalarını kadim bilgilerin temellerine dayandırdığı için, o da yanlış bir şekilde venöz (kirli) kanın karaciğer tarafından üretildiğini ve pompalandığını, arteriyel (temiz) kanın ise kalpten kaynaklandığını ve kanın kalbin sol ve sağ tarafından görünmez gözeneklerden geçtiğine inandı. Ayrıca, atriumları kalbin bir parçası olarak kabul etmedi. Ayrıca, birkaç türde pneuma (ruh) varlığına inanıyordu. 11 Büyüme ve enerji, karaciğerde kilüsten (kilüs; sütümsü, yağ emülsiyonu içeren lenf, yani ak kandır.) oluşturulan venöz kandan elde edilirken, arteriyel kan pneuma (hava ve ruh) içererek canlılık veriyordu ve kalpten kaynaklanıyordu. Kan, her iki yaratıcı organdan da tüketildiği vücudun tüm bölümlerine akıyordu ve kanın kalbe ya da karaciğere geri dönüşü yoktu. Kalp kanı etrafa pompalamazdı, kalbin hareketi diyastol sırasında kanı emer ve kan atardamarların kendi nabız atışlarıyla hareket ederdi. Ayrıca Galen arteriyel kanın, venöz kanın interventriküler septumdaki (kalp odacıkları arası duvardaki) 'gözeneklerden' geçerek sol karıncıktan sağa geçmesiyle oluştuğuna, havanın da akciğerlerden pulmoner arter yoluyla kalbin sol tarafına geçmesi sonucu oluştuğunu düşünmekteydi. Arteriyel kan oluştuğu sırada 'isli' (duman rengi) buharların oluştuğunu ve bunların yine pulmoner arter yardımıyla dışarı verilmesi için, akciğerlere geçtiğini de düşünmüştür. 6,84
Hristiyanlık engizisyon döneminde karanlık bir çağa girerken, İslam dünyasında bir aydınlanma dönemi başlamış ve tıptaki liderlik, Türkler ve Arapların eline geçmiştir.
Eğer Scotty bizi Galen'in dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:
“Kalbinizdeki delik/ler, aslında vücudunuzun hava alması için olması gereken doğal bir yapıdır. Eğer bu delik/ler olmasaydı, işte o zaman kaygılanmamız gerekirdi.”
Kim bilir, belki de Galen, Balon Atriyal Septostomi (BAS) işleminin fikir babası olabilir!
8- Ebu Bekir el-Razi, (Abu Bakr al-Razi (Rhazes/Albubator); 864-925)
M.S. 900 Arapların Galen’i ve Pediatrinin Babası
El-Razi, Rey ve Bağdat hastanelerinde başhekim olarak görev yapmıştır. Felsefede kendisini Sokrates'in ve tıpta Hipokrat'ın İslami versiyonu olarak görmüştür. Batı'da tanınan eserleri arasında Kitāb al-Manṣūrī ve Yunanca, Suriye ve erken dönem Arap tıbbının yanı sıra bazı Hint tıp bilgilerini içeren "Kapsamlı Kitap" Kitāb al-ḥāwī bulunmaktadır. El-Razi, eserlerinde kendi yargılarını ve tıbbi deneyimlerini yorum olarak eklemiştir. 39 İslam'ın Altın Çağı. Tıp tarihinin en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilir. 40
El-Razi, hayatı boyunca felsefe, simya ve tıp gibi çeşitli konularda 200'e yakın kitap yazmıştır. Özellikle peygamberlik ve vahiy kavramlarına yönelik din eleştirileriyle tanınmıştır. Hayatı boyunca felsefe ve simyadan tıbba kadar çeşitli konularda 200'e yakın el yazmasında kaydettiği çeşitli alanlardaki gözlemleri ve keşifleriyle temel ve kalıcı katkılarda bulunmuştur. Aynı zamanda deneysel tıbbın ilk savunucusudur. 40
Tıp bilimi dünyada can çekişirken, Galen onu adeta yeniden hayata döndürdü. Dağınık ve parçalanmış haldeyken ise, Râzî onu titizlikle bir araya getirip düzenledi. 47
El-Razi'nin "Çocuk Hastalıkları" eseri, pediatriyi ayrı bir bilim dalı olarak inceleyen ilk detaylı çalışmasıyla pediatrinin babası olarak da görülebilir. 40 El-Razi, çiçek hastalığının "ilk detaylı tanımını" yapmış olarak kabul edilir 44 ve alkol ile sülfürik asidi keşfetti. Maddeleri bitki, organik ve inorganik olarak sınıflandırdı. 45
El-Razi'nin kehanet ve vahiy konularındaki eleştirel yaklaşımı, insan aklının evrensel yeteneğine ve her bireyin gerçeği kendi akıl yoluyla bulma kapasitesine vurgu yapar. Bu düşünce yapısı, hiçbir grubun veya dinin mutlak gerçeğe özel erişimi olmadığı ve tüm insanların eşit düzeyde rasyonel düşünme yetisine sahip olduğu fikrini destekler. Zihnin iyi ile kötüyü ve neyin yararlı neyin zararlı olduğunu ayırt etmek için doğuştan gelen bir kapasiteye sahip olduğunu savundu. Ona göre akıl, dışarıdan herhangi bir rehberliğe ihtiyaç duymuyordu ve bu nedenle peygamberlerin varlığı da gereksizdi. 43 El-Razi'nin peygamberliği reddetmesi ve gerçeği bulmanın en önemli yolunun akıl olduğunu kabul etmesi, onun bazıları tarafından özgür düşünür olarak kabul edilmesine yol açmıştır. El-Razi, dini dogmalara karşı olduğu gibi bilimsel dogmalara da karşı gelir ve birçok iddiayı reddeder. Tıbbı felsefeyle ilişkilendirir ve kendi klinik deneyimlerinin Galen'in teorileriyle çeliştiğini ve bazen klinik deneyiminin Galen'in anlayışını aştığını ifade eder. Ancak El-Razi, Galen’i bir üstat olarak görüp kendini bir öğrenci gibi hissetse de, bu saygı ve takdir, onun kendi şüphelerini dile getirmesine engel olmamıştır. 40
Daha sade bir anlatımla ifade etmek gerekirse, El-Razi deneysel tıbbın öncülerinden biri olarak, dini ve bilimsel dogmalara karşı çıkarak eleştirel düşünmeyi desteklemiş, gerçeği akıl yoluyla bulmanın önemine vurgu yapmıştır. Hipokrat'tan sonra tıbbı dini ve batıl inançlardan arındırarak, klinik gözlemlerini sistematik olarak kaydedip eserlerine aktarmış ve bu sayede tıbbın bilimsel bir temele oturmasına ve modern bir bilim dalı olarak gelişmesine önemli katkılar sağlamıştır. Ayrıca El-Razi, "Ipse dixit" (Üstat öyle dedi) anlayışına karşı çıkan ilk hekimlerden biri olarak, Galen'in teorilerini sorgulamış ve bu teorilerin kendi klinik gözlemleriyle çeliştiğini belirtmiştir. Bu yaklaşım, onun bilimsel ilerlemeye bağlılığını ve dogmatik düşüncelere karşı duruşunu gösterir.
İbni Sina’nın teorik tıptaki üstünlüğü gibi, El-Razi’nin de klinik tıpta ve deneyime dayalı tedavilerdeki otoritesi tartışmasız kabul edilir. 47
El-Razi, bilginin sorgulanabilir ve eleştirel düşünce ile elde edilmesi gerektiğini vurgulayarak, döneminin ötesinde bir düşünce yapısına sahip olduğunu göstermiştir.
Not: Özgür düşünce, inançların otorite, gelenek, vahiy veya dogma temelinde oluşturulmaması gerektiğini ve bunun yerine mantık, akıl ve ampirik gözlem gibi diğer yöntemlerle ulaşılması gerektiğini savunan epistemolojik bir bakış açısıdır. 41
El-Razi, hayatının her anında bilimsel düşünce ve mantıklı akıl yürütmeden ayrılmamıştır. Yaşamının son yıllarını, doğduğu şehir olan Rey'de, glokom hastalığı ile mücadele ederek geçirmiştir. Göz problemleri önce katarakt ile başlamış ve zamanla tam körlüğe yol açmıştır. Kendisine göz merhemi teklif eden bir doktorla karşılaştığında, El-Razi ona gözün kaç katmandan oluştuğunu sormuş, doktorun cevap verememesi üzerine, "Gözlerimin anatomisini bile bilmeyen birinin tedavisini kabul etmem" diyerek tedaviyi reddetmiştir. 40
İslam Dönemi'nde insan bedenlerinin kesilip incelenmesi dini nedenlerle yasaktı, sadece hayvanlara izin veriliyordu. Bu nedenle, kardiyovasküler sistemde (KVS) belirgin bir bilimsel ilerleme sağlanamadı. El-Razi, Galen'in kalbin tabanında kemik bulunduğu iddiasına karşı çıkarak, hem kardiyovasküler sistem üzerine hem de Galen'e karşı çıkarak dogmaların yıkılması karşısında tıbbın ilerlemesine önemli bir katkıda bulunmuştur. 11 Orta Çağ (M.S. 375-1453)'da dini yasaklar sebebiyle Hristiyan dünyasında bilimsellikten uzaklaşılırken, kitaplar yakılıp yok edilirken ve bilimsel çalışmalar yasaklanırken, El-Razi önceki bilgileri koruyarak, kendi deneyim ve gözlemleriyle birlikte bilginin gelecek nesillere aktarılmasını sağlamıştır.
Eğer Scotty bizi El-Razi'nin dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:
"Galen'in her söylediğine inanmayın. Bu şikayetlerinizin mutlaka mantıklı bir açıklaması olmalı.
Tıpta mucizeler hastanın kendisinde gizlidir. Anatomi bilmeyen ve kendini doktor olarak tanıtan kişilere kulak asmayın, mucizeler vaat edenlere de kanmayın.”
Not: Saygıdeğer okuyucularımızın dikkatine;
Araştırma sürecimiz esnasında, ana konumuzun kapsamı dışında kalan ancak dikkat çekici nitelikte bazı tartışmalara rastlamış bulunmaktayız. Bu bilgilerin de değerli olabileceği düşüncesiyle, izninize istinaden, söz konusu bulguları sizlerle paylaşmayı uygun gördük.
Anlayışınız için teşekkür eder, saygılarımızı sunarız.
9- İbni Sina, (Avicenna; 980-1037)
1000 Hekimlerin Prensi
İbni Sina, İslam'ın Altın Çağı olarak bilinen 700-1300 yılları arasında, bilimsel sorgulamanın dinsizlikle eşdeğer tutulduğu bir dönemde, cesur düşünceleriyle öne çıkan önemli bir figürdür. 46 Avrupalılar tarafından "Hekimler Prensi" olarak adlandırılan İbni Sina, 49 dönemin önde gelen doktorlarından, astronomlarından, düşünürlerinden, yazarlarından ve bilginlerinden biridir. Aynı zamanda erken dönem tıbbın öncülerinden biri olarak kabul edilir. Doğum yeri olan Buhara, günümüzde Özbekistan sınırları içerisinde yer alır ve burada eğitim almıştır. Dünya tıp tarihinde, Hipokrat ve Galen'den sonra gelen önemli bir hekim olarak tanınan İbni Sina, ortak coğrafyada yaşayanların paylaşamadığı Türk veya Farslı (Pers) bir hekimdir.
Babası Abd Allah, Samani yönetimi döneminde yüksek rütbeli bir bürokrat olarak görev yapmıştır ve Nuh II döneminde Buhara yakınlarındaki Harmaytan köyünün valisi olmuştur. Oğlunun yeteneğini, dehasını fark eden Abd Allah, İbni Sina'ya farklı alanlarda en iyi öğretmenlerden eğitim aldırmıştır. On üç yaşında tıp eğitimine başlayan İbni Sina, on sekiz yaşına geldiğinde deneyimli bir doktor olmuştur. Buhara Sultanı Nuh İbn Mansur ağır bir hastalık geçirdiğinde, İbni Sina'yı onu tedavi etmek için çağırmıştır. Sultan'ın iyileşmesinden sonra, İbni Sina'nın ünü sadece ülkesinde değil, aynı zamanda yurtdışında da yayılmıştır. Ayrıca, İbni Sina'ya nadir el yazmalarına ve eşsiz kitaplara erişim izni verilmiştir. Aldığı eğitimlerin yanı sıra kadim bilgilere erişerek entelektüel yapısını güçlendirdi. 49 İbn Sina, Bizans Greko-Romen, Fars ve Hint metinlerinin çevirilerinin yoğun bir şekilde incelendi. 46 Tıp ve felsefe alanlarında olduğu kadar astronomi, kimya, coğrafya, jeoloji, psikoloji, İslam teolojisi, mantık, matematik, fizik ve şiir gibi çeşitli disiplinlerde eserler üretmiştir. Bu eserler, onun geniş bilgi birikimi ve derin anlayışını yansıtarak, günümüzde bile birçok alanda referans noktası olarak kabul edilmektedir. 49 Yazdığına inanılan 450 eserden 150'si felsefe ve 40'ı tıp üzerine olmak üzere yaklaşık 240'ı günümüze ulaşmıştır. 46 Ölümünden sonra Halife El Müstencid, İbni Sina'nın eserlerini kamuya ve özel kütüphanelerde bulunan tüm kopyalardan toplatıp yaktırdı. 61 İbni Sina'nın çok yönlü zekası, selefi İmhotep ve halefi Leonardo da Vinci gibi döneminin ötesinde düşünebilen ve çoklu disiplinlerde uzmanlaşabilen nadir dâhilerden biri olduğunu göstermektedir. Onların mirası, bilim ve sanatın sınırlarını zorlayarak insanlığın bilgi ve anlayışını genişletmeye devam etmektedir.
İbni Sina’nın teorik tıptaki üstünlüğü gibi, El-Razi’nin de klinik tıpta ve deneyime dayalı tedavilerdeki otoritesi tartışmasız kabul edilir. 47 Ünlü İslami selefi El-Razi gibi, İbn-i Sina da klinik kararlar almak için gözlem, deney ve kanıta dayalı tıbbın önemini vurguladı. 48
İbni Sina'nın tıpta gerçekleştirdikleri arasında şunlardan söz edilmektedir: Teorik olarak öğrendiği tıbbi bilgileri hastalar üzerindeki deneyimleri ile tamamlamış ve hasta başında klinik dersler vermiştir. Tıp ve kimya alanındaki çalışmalarında deney ve gözleme sürekli yer vermiştir. Cerrahide bazı yeni bilgilere erişmiştir. Örneğin urların beyinde olabileceğini, mide ülseri ve pilor tıkanıklığı semptomları gibi. Küçük cerrahide kullanılacak bıçağın kesinlikle alevden geçirilmesini tavsiye etmiştir. Larenks entübasyonunu ilk kez uygulayan kişidir. Cıva buharını insanlarda ilaç olarak kullanmıştır. İbn Sina’nın en ünlü eseri “Kanun” adını taşımaktadır. Eser 5 bölümden oluşmaktadır. 1542’de Latince’ye çevrilmiştir. Bu eser Türkçe’ye ise 18. yüzyılda Tokatlı Mustafa Efendi tarafından “Tabhiz al-Mathun” adıyla çevrilmiştir." (Prof. Dr. Erdem Aydın Hacettepe Üniversitesi Deontoloji, Tıp Etiği ve Tarihi AD)
İbni Sina, büyük, küçük kan dolaşımlarından, kalbin, karın ve kapakçık sistemine kadar tıp alanında pek çok ilke imza attı. Mikroskopun olmadığı bir dönemde mikropların varlığına da değinen Sina, kimi hastalıkların bulaşma nedeninin gözle görülmeyen yaratıklar olabileceğini ileri sürdü. 50
İbni Sina'nın kaleme aldığı ve 1025 yılında tamamladığı beş ciltlik tıp ansiklopedisi olan "Tıbbın Kanunu", 18. yüzyıla kadar İslam dünyasında ve Avrupa'da standart tıp ders kitabı olarak kullanılmıştır. 46 İbn Sina'nın bu eseri olmasaydı, pek çok önemli bilgi kaybolabilirdi. 1913'te ders veren Kanadalı doktor ve tıp profesörü Sir William Osler, İbn-i Sina'yı "şimdiye kadar yazılmış en ünlü tıp ders kitabının yazarı" olarak nitelendirdi. 51 Kanun'un “tıbbi bir İncil” olarak diğer tüm çalışmalardan daha uzun süre devam ettiğini belirtti 52 Osler aynı zamanda İbn-i Sina'nın bir uygulayıcı olarak "aynı zamanda devlet adamı, öğretmen, filozof ve edebiyatçı olan başarılı bir hekimin prototipi" olduğunu da vurguladı. 51
İbni Sina, “Tıbbın Kanunu” adlı eserinde, kalbin merkezde olduğu Aristoteles (M.Ö. 384-322)'in kardiyosentrik dolaşım modelini benimserken, kalbin iki karıncığı (ventrikül) arasındaki duvarda (intraventriküler septum) deliklerin, gözeneklerin olduğu ve gözeneklerden kanın diğer ventriküle aktığına dair hatalı olan antik Yunan görüşünü de benimsemiştir. (Modern tıpta kalbin sağ ve sol ventrikülleri arasında kanın geçişine izin veren doğal bir bağlantı yoktur.) Sol ventrikülün, pneumanın bulunduğu kardiyak odacık olduğunu ve duyguların merkezi olduğunu belirtir. Ancak, İbn Sina "kalp döngüleri ve kapak fonksiyonu üzerine doğru bir şekilde yazdı" ve Nabız Üzerine İncelemesi'nde "kan dolaşımı hakkında doğru bir fikre sahipti." Galen'in hatalı nabız teorisini geliştirirken, kalp sistolünü ve diyastolünü açıkça tanımladı ve nabzın doğru açıklamasını yaptı: "Nabzın her atışı iki hareket ve iki duraklamadan oluşur. Böylece, genişleme: duraklama: daralma: duraklama... Nabız, kalp ve atardamarlardaki bir harekettir... alternatif genişleme ve daralma şeklini alır." 6,11
Kateterin mucidi ve "Hekimlerin Prensi" olarak bilinen, modern tıbbın öncülerinden İbn-i Sina, yenilikçi fikirleri nedeniyle sapkın ve kâfir ilan edilip sürgünde yaşamak zorunda kalmışken, ne biz hastalar PAH tanısı konulmasını isteyebilirdik, ne de doktorlar PAH üzerinde çalışmaya cesaret edebilirdi.
Dolaşım sisteminin keşfi, İbn-i Sina'nın öncülük ettiği cesur yaklaşımlara borçludur.
10- İbn Nefis, (İbnü’n-Nefis/Annafis; 1210-1288)
1242 Pulmoner Dolaşımı İlk Bulan Hekim
İslam dünyasında isminden söz edilmesi gereken hekimlerden biri de İbnü'n-Nefîs’tir. Dostları onu kısaca, Ali bin ebu'l-hazm el-kureş ed-dımeşki el-mısri eş-şafii diye çağırırlardı. Künyesi Ebu'l-Hasan dır. Lakabı ise Alaeddin'dir. İbn-i Nefis adıyla meşhur oldu. 13. yüzyılın ünlü bir hekimi olan Nefis Şam’daki Nurettin Zengi hastanesinde ve daha sonra Kahire’de çalışmıştır.
1200'lü yıllarda yaşamış olan Arap hekim İbn Nefis, Galen ve İbn-i Sina'nın yanlış dolaşım sistemine dair varsayımlarına ilk meydan okuyan isimlerden biridir. İbn Nefis, pulmoner dolaşımın doğru haritasını çıkararak, kanın kalbin sağ ve sol tarafları arasındaki görünmez deliklerden geçmediğini ortaya koymuştur. Ayrıca, eğitimli bir göz doktoru olan İbn Nefis, pulmoner dolaşımın yanı sıra kılcal damarlar ve koroner dolaşımı da keşfetmiş, bu buluşlarıyla dolaşım sisteminin anlaşılmasında temel bir rol oynamıştır. Bu önemli katkılarından dolayı, "Dolaşım Fizyolojisinin Babası" olarak kabul edilen İbn Nefis, Galen'in dolaşım sistemiyle ilgili yanlış yaklaşımını tam 1000 yıl sonra düzeltmiştir.
Galen ve İbn-i Sina'nın insan dolaşımıyla ilgili asırlık ve yanlış varsayımlarına ilk kez meydan okuyan 1200'lü yıllarda yaşamış bir Arap hekim olan İbn-i Nefis'ten bahseder. İbnü'n-Nefis pulmoner dolaşımın haritasını doğru bir şekilde çıkarmış ve kanın kalbin sağ ve sol tarafları arasındaki görünmez deliklerden geçtiğine dair daha önce kabul gören dogmayı çürütmüştür. Üstelik kendisi eğitimli bir göz doktoruydu (oftalmolog). 57 "Dolaşım Fizyolojisinin Babası" olarak kabul edilen İbn Nefis'in çalışmaları, Galen'in yanlış dolaşım sistemine dair yaklaşımını 1000 yıl sonra düzeltmiştir. İbn Nefis'in araştırmaları ayrıca, 17. yüzyılda William Harvey'in dolaşım sistemi üzerine yaptığı çalışmalar için de bir zemin hazırlamıştır.
Bilgiye olan tutkumuz ve araştırma yapma arzumuz, geçmişin geleceğe emaneti olan çalışmaları gözümüz gibi sahip çıkıp onların değerlerini bilip koruduğumuz için olsa gerek, İbnü'n-Nefîs'in 29 yaşındayken 60 “İbn Sina Kanunu’nun Anatomi Kısmına şerh” adlı eserini kaleme almasından yaklaşık 700 yıl sonra, 1924 yılında Mısırlı bir hekim olan Dr. Muhyiddin el-Tatavî (Muhyo Al-Deen Altawi) tarafından Berlin Kütüphanesi'nde bulunmuş ve dünyaya tanıtılmıştır. Bu el yazması, pulmoner dolaşımın çok daha erken bir ilk tanımını ortaya çıkardı. Ölümünden yüzyıllar sonra, İbnü'n-Nafis, nihayet yirminci yüzyılın ortalarında pulmoner dolaşımın keşfi için tarihçiler tarafından kredilendirildi. 58 İbnü'n-Nefis'in yazdığı tıp ders kitaplarının sayısının 110 ciltten fazla olduğu tahmin edilmektedir. En hacimli kitabı, Tıp Üzerine Kapsamlı Kitap (Al-Shamil fi al-Tibb) adıyla bilinen ve 300 ciltlik bir ansiklopedi olması planlanmıştır. Ancak İbnü'n-Nefis'in ölümünden önce sadece 80 adet yayınlamayı başarabilmiş ve eser eksik kalmıştır. Zamanla, eserlerinin çoğu kaybolmuş veya dünyanın dört bir yanına dağılmıştır. 60
Max Meyerhof tarafından tercüme edilen el yazmasındaki başlıca tespitler şöyledir;
İbnü'n-Nefis anatomik bilgisine dayanarak şöyle demiştir:
Kalbin sağ odasından gelen kanın sol odaya ulaşması gerekir, ancak aralarında doğrudan bir yol yoktur. Kalbin kalın septumu delikli değildir ve bazılarının düşündüğü gibi görünür gözeneklere veya Galen'in düşündüğü gibi görünmez gözeneklere sahip değildir. Sağ odacıktan gelen kan, vena arterioza (pulmoner arter) yoluyla akciğerlere akmalı, maddelerine yayılmalı, orada hava ile karışmalı, arteria venosadan (akciğer damarı) geçerek kalbin sol odasına ulaşmalı ve orada hayati ruhu oluşturmalıdır. 60
İbnü'n-Nefis aynı zamanda, kalpten ziyade beynin düşünme ve duyumdan sorumlu organ olduğu görüşünü destekleyen birkaç hekimden biriydi. Galen'in kalbin nabzının atardamarların tunikleri tarafından yaratıldığı teorisine de katılmıyordu. "Nabzın kalp atışının doğrudan bir sonucu olduğuna, hatta arterlerin kalbe olan mesafelerine bağlı olarak farklı zamanlarda kasıldığını ve genişlediğini gözlemlediğine inanıyordu. Ayrıca, kalp genişlediğinde arterlerin kasıldığını ve kalp kasıldığında genişlediğini doğru bir şekilde gözlemledi. 60
Pulmoner dolaşımın keşfi, insan vücudu hakkındaki anlayışımızı köklü bir şekilde değiştirmiştir. İslam geleneğinde diseksiyonun (kesip biçerek öğrenme) yasak olmasına rağmen, İbnü'n-Nafis'in bu keşfi tanımlamak için klinik ve fizyolojik gözlemlere ek olarak diseksiyon sonuçlarını kullandığını belirten Patrice Le Floch-Prigent ve Dominique Delaval gibi insan anatomisi uzmanları bulunmaktadır. Bu da İbnü'n-Nafis'in, İbni Sina gibi bilimsel yöntemlere ve akılcı düşünceye verdiği önemi göstermektedir. 60
İbnü'n-Nefis, metabolizma kavramını açıklayan ilk kaynaklardan biri olarak bilinir. Onun açıklamasına göre, insan vücudu ve onun her bir parçası, sürekli olarak yıkım ve yenilenme sürecindedir. Bu süreçler nedeniyle, vücut ve onun parçaları devamlı bir değişim içindedir. Bu değişim, yaşamın temel bir özelliği olarak kabul edilir ve vücudun sağlıklı işleyişinin bir parçasıdır. İbnü'n-Nefis'in bu gözlemleri, modern bilimin metabolizma anlayışının temellerini oluşturmuştur. 60
İbni Nefis'in bilimsel çalışmaları, siyasi çalkantılar ve kültürel muhafazakarlık yüzünden ya kendisi, ya sevenleri ya da düşmanları tarafından yok edildiği yıllarda, eğer biri pulmoner arter hipertansiyonu (PAH) şikayetiyle başvurmuş olsaydı, bu hastanın varlığı da izini sürecek bir araştırmacı çıkana kadar tarihin karanlıklarında kaybolup gidebilirdi.
Eğer Scotty bizi İbn Nefis'ın dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendimize saklamayı tercih edebilirdik.
Pulmoner dolaşımı keşfetmesine rağmen, tıbbi araştırmaları ortadan kaldırılmış ve ancak 700 yıl sonra gün yüzüne çıkmışken, İbn Nefis şöyle diyebilirdi: “Şikayetleriniz pulmoner dolaşımla ilgili bir sorunu işaret ediyor. Ancak vücut bütünlüğünüz, tüm şikayetlerinizden daha değerli. Daha sağlıklı bir inceleme için, 700 yıl sonrasına bir randevu almanızı öneririm.
Mondino de Luzzi (1276-1326)
1316
Onuncu yüzyılda Avrupa’da tıp eğitimi, Salerno Tıp Fakültesi’nin kurulmasıyla yeniden canlandı. Ancak, İbni Nefis’in dolaşım sistemi keşfinden habersiz olan Mondino de Luzzi, 1316’da Bologna’da berberine insan diseksiyonları yaptırdı. 11
İskenderiye okulunda yaygın olan insan kadavralarının diseksiyonu, yasal ve dini yasaklar nedeniyle MS 200'den sonra durdurulmuştu. Bu yasağın kalkmasının ardından, Mondino, Ocak 1315'te Bologna'da idam edilmiş bir kadın mahkum üzerinde ilk halka açık diseksiyonunu gerçekleştirdi. 88
O dönemin standart uygulaması olarak, anatomi profesörleri büyük, gösterişli sandalyelerde oturup metinlerden yüksek sesle okurken, genellikle uzman olmayan bir gösterici – bu durumda bir berber – gerçek diseksiyonu yapardı. Bu tür teatral gösteriler, yanlış sonuçlara ulaşılmasını oldukça kolaylaştırıyordu. 88
Mondino'nun 1316'da yazdığı “Anathomia corporis humani (İnsan Vücudunun Anatomisi)” eseri, modern diseksiyon kılavuzlarının ilk örneği ve ilk gerçek anatomik metin olarak kabul edilir. 88
Ancak, bu dönemdeki yanlış uygulamalar anatomik bilgide yanlış sonuçlara ve kardiyovasküler sistem anlayışında antik Yunan teorilerinin yeniden benimsenmesine yol açtı. Mondino, Aristoteles'in üç ventrikül teorisini ve Galen'in interventriküler septumda gözenekler olduğunu savunan kan akışı teorisini kabul etmiş, fakat kulakçıkları (atriyumları tanımlamamıştır. 11
Berengario da Carpi (1460-1530)
1521
Jacopo Berengario da Carpi, 1521 yılında yayımladığı "Commentaria Cum Amplissimis Additionibus Super Anatomia Mundini" (Mundinus'un Anatomisi Üzerine Genişletilmiş Yorumlar) adlı eseriyle anatomi alanında çığır açtı. Bu kitap, insan vücudunun anatomisini ayrıntılı çizimlerle destekleyen ilk önemli metinlerden biri olma özelliğini taşıyordu. 89
Berengario, kendi gerçekleştirdiği ceset diseksiyonları sayesinde önemli anatomik keşiflerde bulundu. Kalbin yapısını detaylı bir şekilde inceleyerek, iki ventrikül (büyük oda) ve iki atrium (küçük oda) ile bunlar arasındaki yarı ay şeklindeki atrioventriküler kapakların varlığını ortaya koydu. Bu bulgularıyla, antik Yunan ve İskenderiye okulunun, özellikle Herophilos ve Erasistratus'un çalışmalarını yeniden gün ışığına çıkardı ve daha da ileri taşıdı. 11
Ayrıca Berengario, kalbin düzgün çalışmasında kritik rol oynayan subvalvar aparatın bir bileşeni olan papiller kasların varlığını da tespit etti. Bu kaslar ve kapaklar, kalpteki kan akışının doğru yönde gerçekleşmesini sağlayan önemli yapılardır. 11
Bu çalışmalarıyla Berengario da Carpi, Rönesans döneminde anatomi biliminin gelişimine önemli katkılarda bulundu ve modern tıbbın temellerinin atılmasına yardımcı oldu.
11- Leonardo da Vinci (1452-1519)
1500 Dönemin Bilgisayarlı Tomografik Görüntüleme Uzmanı
Leonardo di ser Piero da Vinci, Rönesans döneminin en etkileyici figürlerinden biri olarak, birçok disiplinde ustalaşmış bir İtalyan dahiydi. Ressam olarak tanınmakla birlikte, aynı zamanda mucit, mühendis, bilim insanı, teorisyen, heykeltıraş ve mimar olarak da görev yaptı. Leonardo, sadece sanat alanındaki başarılarıyla değil, aynı zamanda anatomi, astronomi, botanik, haritacılık, resim ve paleontoloji gibi çeşitli alanlardaki çizimleri ve notlarıyla da ünlü oldu. 63 Leonardo'ya göre görme, insanın en yüksek duyusuydu, çünkü deneyimin gerçeklerini hemen, doğru ve kesin bir şekilde iletmek tek başınaydı. Bu nedenle, algılanan her fenomen bir bilgi nesnesi haline geldi ve saper vedere ("görmeyi bilmek") çalışmalarının ana teması haline geldi. 102 Leonardo'nun ayrıntılı anatomik çizimleri, vücudun iç yapısını gösteren teknolojilerin olmadığı bir dönemde tıp bilimine önemli katkılarda bulunmuştur. Yaptığı diseksiyonlardan elde ettiği bilgileri, o dönemin koşulları altında, sanki modern bir bilgisayarlı tomografiyle yapılmış gibi detaylı bir şekilde çizimlerine aktarmıştır.
Felsefeci Pico della Mirandola (1463-1494), 1486 yılında yazdığı 'De hominis dignitate (İnsan Onuru Üzerine)' adlı eserinde, insanın görevinin Tanrı tarafından yaratılan dünyanın güzelliğini anlamak için "akıl ve düşünce" ile donatıldığını ifade etmiştir. Bu bağlamda, Leonardo da Vinci'nin eserleri ve çalışmaları, insan aklının ve yaratıcılığının sınırlarını zorlayan bir dönemin tanıklığı niteliğindedir. 90
Leonardo, Floransa'da zengin bir noter olan Ser Piero'nun gayrimeşru oğluydu. Neredeyse gizli bir şekilde, Floransa yakınlarındaki küçük bir köyde büyütüldü. Eğitimiyle bir rahip ve amcası ilgilendi. O dönemde, Leonardo'nun gidemediği normal okullarda, öğrencilerin sol elini yazı yazmak için kullanmalarına izin verilmiyordu; tüm öğrenciler sağ elini kullanmak zorundaydı. Buna karşın, Leonardo sol elini serbestçe kullanabiliyor ve sağdan sola doğru yazıyordu. Latin veya Yunanca öğrenme fırsatı bulamadığı için, o zamanın önemli ders kitaplarını, Galen'in Anatomi'si dahil, okuyamıyordu. Çok yönlü bir deha olan Leonardo, kendini sık sık "omo sanza lettera" (eğitimsiz bir adam) olarak tanımlayacak kadar mütevaziydi. Bu sayede, geçmişin batıl inançları ve hatalarıyla dolu çağdaş bilgiden etkilenmedi ve bağımsız bir eğitim alarak bundan yararlandı. 92
Leonardo, genç yaşta insan vücudunun sırlarını çözmeye odaklanmıştı. Yirmi yaşlarında, o dönem için oldukça nadir olan insan diseksiyonları yaparak anatomiyi incelemeye başladı. Sanatçı olması, ona bu alanda özel izinler sağladı; çünkü o zamanlar insan bedenini kesmek ve incelemek genellikle yasaktı. Bu, dönemin şartları düşünüldüğünde oldukça istisnai bir durumdu. Her ne kadar ilerici bir karar gibi görünse de, 16. yüzyılın başlarında, yenilikçi fikirlere sahip olmak ve bunları uygulamak günümüzdeki kadar kolay değildi. Engizisyon, Roma Katolik Kilisesi'nin otoritesine karşı artan muhalefete tepki olarak, yeni düşünce ve fikirlere karşı giderek daha sert bir tutum sergilemeyi benimsemişti. Leonardo, bu baskıcı ortamda çalışmalarını büyük bir dikkat ve gizlilik içinde yürütmek zorunda kaldı. Engizisyon'un artan baskısı nedeniyle, muhtemelen tüm eserlerini yayınlayamadı ve çalışmalarının büyük bir kısmını gelecek nesillere ulaştırma umuduyla sakladı. Bu durumun en çarpıcı kanıtı, Leonardo'nun kalp ve kan dolaşımıyla ilgili çizimlerinin yanında yer alan "...Eğer izin verilseydi daha fazlasını anlatabilirdim..." notudur. Bu not, dönemin tartışılmaz kabul edilen konularında bile Leonardo'nun daha derin bilgilere sahip olduğunu ve dönemin bilimsel ve dini engelleri nedeniyle bilgilerini tam anlamıyla paylaşamadığını göstermektedir. Engizisyon'un baskısı ve Galen gibi otoritelerin "Ipse dixit" (Üstat öyle dedi) anlayışıyla oluşturulan tıbbi dogmalar, Leonardo'nun özgürce ifade edebilmesinin önündeki başlıca engeller arasındaydı. 90,92
Leonardo'nun çalışmalarının ileri görüşlülüğü, yüzyıllar sonra bile takdir edilmeye devam etti. Örneğin, 1969'da Bellhouse'un aort kapaklarının mekanikleri üzerine yaptığı karmaşık deneyler, Leonardo'nun 450 yıl önce gerçekleştirdiği çalışmaların bir benzeri niteliğindeydi. Bellhouse, şeffaf bir aorta modelini su ile doldurarak ve suya küçük parçacıklar ekleyerek akış desenlerini görselleştirmişti. Robicsek, Leonardo'nun benzer deneyleri çok daha önce yaptığını belirterek, onun bilimsel öngörüsünü vurguladı. 90
Leonardo, insan vücudunun yapısını ve işleyişini anlamak için 1506 yılında 100 yaşındaki bir adamın otopsisini yaparak derinlemesine anatomik çalışmalarına başladı. Daha önce hayvanların - öküzler, atlar, bir ayı ve kuşlar - otopsilerini ve çizimlerini yapmıştı, ancak ilk insan çizimleri genellikle insan vücudunun yapısı, işlevleri ve bağlantıları hakkındaki bilinen yanlış bilgileri yansıtıyordu. İlk insan kafatasını 1489 yılında edindi. Leonardo,1490 dolaylarında, Pavia'da Teorik Tıp Profesörü Marcantonio Della Torre (1481-1511) ile tanıştı. Marcantonio'nun bilgisi, Galen'in klasik çalışmalarına dayanıyordu. Leonardo, "De humanis corpore" (İnsan Vücudu) adlı bu ders kitabını birçok illüstrasyonla yazmayı planladı. Kendisi şöyle demişti: "Anatomik bir yapının özelliklerini çok fazla bilgi ve ayrıntıyla saatlerce açıklayabilirsiniz, ama iyi yapılmış bir çizimin doğruluğuna asla ulaşamazsınız." 1511'de Marcantonio'nun vebadan ölmesinin ardından, iki yıl sonra Leonardo büyük anatomik projesini terk etti. Leonardo, 1513 yılına, yani 60 yaşına kadar, insan anatomisi üzerine dikkatli çalışmalarını sürdürdü; ancak bu süreçte planlanan ders kitabı hiçbir zaman yayımlanmadı. Onun olağanüstü çizimleri ve notları yüzyıllar boyunca yayınlanmadı ve keşfedilmedi, ancak yaklaşık 300 yıl sonra kamuya açılabildi. 1489 ile 1513 yılları arasında yaklaşık 30 ceset üzerinde çalıştı. Bir sanatçı, heykeltıraş ve mühendis olarak da Vinci, vücudun nasıl yapılandırıldığını ve nasıl çalıştığını, ayrıca duyguların nereden geldiğini ve nasıl ifade edildiğini bilmek istiyordu. Kaslar, sinirler ve damarlar üzerine yaptığı titiz çizimler mühendislik becerisini yansıtıyordu, ancak vücut fonksiyonları hakkındaki eski düşüncelerden sıyrılmakta zorlandı, yine de dikkatli ve deneyime dayalı çalışmaları sonunda bu bilgilere ulaştı. 90,92
Üç beyin boşluğunda dört mizaç bulunmadığını, kan sisteminin merkezinde karaciğer değil, kalbin olduğunu keşfetti ve ateroskleroz ile karaciğer sirozu hastalıklarını tanımlayan ilk kişi oldu. Beyin boşluklarının anatomik yapısını tanımlamak için erimiş balmumu kullandı ve aort kapakçığında kan akışını incelemek için içinde çimen tohumları bulunan su kullanarak bir cam aorta modeli yaptı. Koroner sinüsleri Antonio Maria Valsalva (1666 -1723)nın adını vermesinden neredeyse 200 yıl önce tanımladı ve Harvey'den 120 yıl önce, kan dolaşımı fikrine çok yaklaşmıştı. 91
Leonardo, engellere ve ekonomik zorluklara rağmen bilimsel çalışmalarına ve yenilikçi fikirlerine devam etti. Roma'da (1513-1516) büyücülükle suçlandı, ancak Papa'nın kuzeniyle olan ilişkisi sayesinde hapse girmekten kurtuldu. İnsan diseksiyonları yaptığının ortaya çıkmasının ardından laboratuvarı yok edildi ve "Laboratuvarımı mahvettiler" demekle yetindi. Güneş enerjisini kullanarak bir buharlı motor tasarlama girişimi de işbirlikçilerinin çalışmayı bırakıp kaçmasına ve bu yenilikçi fikrin "kara büyü" olarak damgalanmasına yol açtı. 92
Leonardo, kendi zamanı için ve sonraki yüzyıllar için alışılmadık olan ampirik (deneye dayalı) bir araştırma yöntemi kullanarak çalıştı ve fikirlerini gerçeğe dönüştürme cesaretini gösterdi. O, "Matematikle kanıtlanamayan hiçbir şey gerçek bilim olamaz" diyen Leonardo, aynı zamanda doğaya bakma ve laboratuvarda belirli deney koşullarını uygulama cesaretine sahipti. "Doğa, kendi yasalarının zekası tarafından yönetilir" düşüncesiyle bilimi şekillendirdi. Leonardo'nun doğayı gözlemleme ve deneylerle anlama çabası, bilim ve sanatı bir araya getirerek yenilikçi sonuçlara ulaşmasını sağladı. Ona göre, bilimin ilerlemesi, sanat ve bilimi ilişkilendirme ve sezgilerimizi takip etme cesaretine sahip olmayı gerektirir. Bir bilim insanı, en azından ruhunda bir sanatçı olmalıdır. 92
Leonardo'nun çalışmaları, yalnızca kendi çağını değil, gelecek yüzyılları da etkileyen bir bilimsel miras bıraktı. Engizisyon'un baskılarına rağmen, bilimsel merakını ve araştırma azmini korudu ve anatomi ile fizyoloji alanlarında çığır açıcı keşiflere imza attı. Bu çabalar, Rönesans'ın bilimsel mirasını oluştururken, modern tıbbın gelişimine önemli bir temel oluşturdu.
Eğer Scotty bizi Leonardo da Vinci'nin dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendimize saklamayı tercih edebilirdik.
Engizisyonun ağır baskısı altında, ne biz hastalar PAH'tan yakınmaya cesaret edebilirdik ne de doktorlar böyle bir teşhisi koymaya. Toplumdan gizlenen bir cemiyet gibi, nadir hastalıklarla savaşarak kendi dünyamızda yaşardık.
12- Michael Servetus (1511-1553)
1553 Pulmoner Dolaşımının İşlevini Tanımlayan İlk Avrupalı
Michael Servetus, teoloji eğitimi almış bir anatomi uzmanıydı ve tıp tarihinde pulmoner dolaşımın işlevini tanımlayan ilk Avrupalıydı. 1553'te yayımlanan "Christianismi Restitutio (Hristiyanlığın Yeniden Kuruluşu)" adlı eserinde, İbn-i Nefis'ten yaklaşık 300 yıl sonra pulmoner dolaşımı birkaç sayfada detaylı bir şekilde anlatmıştır. 11,65
Servetus'un pulmoner dolaşım hakkındaki görüşleri, dönemine göre oldukça ileriydi. O, kanın sağ ventrikülden akciğer kapillerleri aracılığıyla kalbin sol tarafına geçtiğini ileri sürdü. Bu, o zamanın yaygın inanışı olan interventriküler septumda gözenekler olduğu fikrine karşıydı. Ayrıca, kanın akciğerlerde havayla karıştığını ve kan rengindeki değişimin burada gerçekleştiğini savundu. 11
Servetus'un en önemli gözlemlerinden biri, akciğer arterinin boyutu hakkındaydı. Bu damarın, sadece akciğerleri beslemek için gereğinden çok daha büyük olduğunu fark etti. Bu gözlem, onu kanın akciğer arterinden kan damarları aracılığıyla akciğer venlerine aktığı sonucuna götürdü. Bu fikirler, o dönemde yaygın olan anatomik kesit incelemelerinden kaynaklanıyordu. 11
Ancak Servetus'un bilimsel keşifleri, ne yazık ki dönemin dini ve politik ortamında büyük sorunlara yol açtı. "Christianismi Restitutio" adlı eserinde, pulmoner dolaşım hakkındaki açıklamalarının yanı sıra, Hıristiyanlığın bazı temel öğretilerini de sorguladı. Üçlü Birlik (Teslis) inancını ve bebek vaftizini reddetmesi, onu Engizisyon'un hedefi haline getirdi. 65
27 Ekim 1553'te Cenevre yakınlarındaki Champel Platosu'nda sapkınlık (kafirlik) suçlamasıyla ölüme mahkum edildi ve kendi yazdığı kitaplarla birlikte diri diri yakılarak idam edildi. Bu olay, bilim tarihinde dini dogmaların bilimsel ilerlemeyi nasıl engelleyebildiğinin acı bir örneği olarak kabul edilir. 65
Servetus'un çalışmaları, 75 yıl sonra William Harvey'in kan dolaşımını keşfetmesine zemin hazırlamıştır. Servetus'un kaderi, bilim ve din arasındaki gerilimin hangi noktalara varabileceğinin trajik bir örneğini sunar. Servetus'un hikayesi, bilimsel keşiflerin bazen büyük kişisel riskler pahasına gerçekleştiğini ve bilgi arayışının her zaman kolay bir yolculuk olmadığını hatırlatır. Bugün Servetus, hem bilimsel katkıları hem de düşünce özgürlüğü uğruna verdiği mücadele ile anılmaktadır. 11,65
Eğer Scotty bizi Michael Servetus'un dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kesinlikle kendimize saklamayı tercih ederdik.
Pulmoner dolaşımı keşfeden Michael Servetus, Engizisyon tarafından diri diri yakılmıştı.
O dönemde PAH ile ilgilenen bir hekim, çalışmaları nedeniyle benzer bir kaderle karşılaşabilirdi. Bu tehlike, hem hastaların şikayetlerini dile getirmekten çekinmelerine hem de hekimlerin PAH üzerine araştırma yapmaktan kaçınmalarına neden olurdu.
İnsanoğlunun en temel özelliklerinden biri, doğuştan gelen merak ve anlama arzusudur. Bu arzu, çocukluktan itibaren dünyayı keşfetme çabamızla başlar ve hayatımız boyunca devam eder. İşte bu sürekli bilgi arayışının en saf hali, felsefedir - kelime anlamıyla "bilgelik sevgisi".
Felsefe ve bilim, insanlık tarihinin en değerli miraslarıdır. Bu iki alan, sorgulama ruhuyla beslenir ve ilerlemenin temelini oluşturur. Ancak, bu ilerleme yolu her zaman düz ve engelsiz olmamıştır.
İnsanlar yaşlandıkça, alışkanlıklarına ve mevcut düzene bağlanma eğilimi gösterebilirler. Bu durum, değişime karşı bir direnç oluşturarak statükonun korunmasına yol açabilir. Fakat her dönemde, bu rahatlık alanından çıkmaya cesaret eden, mevcut düzeni sorgulayan ve değişimi arzulayan bireyler var olmuştur.
Bu sorgulayıcı bireyler, toplumun genel eğilimlerine meydan okuyarak bilgi ve düşünce özgürlüğünün sınırlarını genişletirler. Ne var ki, bu tutum onları sıklıkla toplum için bir "tehdit" olarak algılanmalarına neden olur. Çünkü sorgulamak, var olan düzeni sarsar ve değişim potansiyeli taşır.
Tarih, düşünce özgürlüğü uğruna mücadele eden sayısız düşünür ve bilim insanının hikâyeleriyle doludur. Bu cesur bireyler, çoğu zaman baskı ve zulme maruz kalmış, hatta bazıları hayatlarını kaybetmiştir. Ancak onların fedakârlıkları ve kararlılıkları sayesinde, düşünce özgürlüğü ve bilimsel ilerleme bugünkü seviyesine ulaşabilmiştir.
Sonuç olarak, felsefe ve bilim, insanlığın ilerlemesinde vazgeçilmez bir role sahiptir. Sorgulayan, eleştiren ve yeni fikirler üreten bireylerin varlığı, toplumların gelişmesi için hayati önem taşır. Bu nedenle, düşünce özgürlüğünü korumak ve teşvik etmek, sadece bireylerin değil, tüm insanlığın sorumluluğudur. Ancak bu şekilde, bilgi arayışımız devam edebilir ve medeniyetimiz ilerleyebilir.
Antik Çağ
Pisagor (M.Ö. 570–495), antik Yunan'da yaşamış, matematik ve felsefe alanlarında çığır açan bir düşünürdür. Adını taşıyan meşhur teorem sayesinde bugün bile matematik derslerinde anılan Pisagor, aslında çok daha geniş bir etkiye sahip olmuştur. Matematikteki katkılarının yanı sıra, Pisagor kendi adıyla anılan felsefi ve dini bir hareketin de kurucusuydu. Bu hareketin merkezi, kurduğu Pisagor Kardeşliği okuluydu. Bu okul, sadece matematik değil, aynı zamanda müzik, astronomi ve etik gibi çeşitli alanlarda da eğitim veriyordu.
Pisagor Kardeşliği, dönemin diğer okullarından farklı bir yapıya sahipti. Okula sadece en parlak zekalara sahip kişiler kabul ediliyordu. Dahası, okulda öğretilen bilgiler sır olarak saklanıyor, dışarıya aktarılmıyordu. Bu gizlilik ve seçicilik, okulun etrafında bir gizem oluşturuyordu. Ancak, bu seçici yaklaşım beraberinde sorunlar da getirdi. Okula kabul edilmeyen kişiler arasında hoşnutsuzluk baş göstermeye başladı. Bu hoşnutsuzluk, sonunda şiddetli bir isyana dönüştü.
Anlatılanlara göre, Kylon adında biri, okula kabul edilmeyince Pisagor Kardeşliği'ne karşı bir ayaklanma başlattı. Halkı yanına çekerek okula saldırdı. İsyancılar, okulun çevresini sardı, kapıları kapatıp binayı ateşe verdi. Öğrencileriyle birlikte Pisagor bu saldırıda öldürüldü. Böylece, antik dünyanın en önemli düşünce okullarından biri, şiddet yoluyla son bulmuş oldu. 93,94
Sokrates (M.Ö. 470–399), Antik Yunan filozofu ve Batı felsefesinin kurucularından biri olarak kabul edilir. Sokrates, yazılı bir eser bırakmamış olmasına rağmen, onun felsefi fikirleri öğrencileri Platon ve Ksenophon tarafından kaydedilerek günümüze kadar aktarılmıştır. “Kimseye hiçbir şey öğretemem, sadece onların düşünmelerini sağlayabilirim" diyerek, "Bilgiyi aktarmak değil, düşünmeyi öğretmek" anlayışıyla tanınan Sokrates, "kendini tanı" ilkesiyle insanları içsel bir sorgulamaya yönlendirmiştir. Ancak, geleneksel tanrılara inanmayı reddetmesi ve gençleri bu yönde etkilemesi nedeniyle Atina'da dinsizlikle suçlanarak idama mahkûm edilmiştir. İdamından önce vedalaşmak için yanına gelen eşi, "Ah, bu kötü adamlar seni haksız yere öldürecekler" diye ağlamış, buna karşılık Sokrates, "Evet, haksız yere öldürecekler, haklı yere öldürseler daha mı iyiydi?" diye cevap vermiştir. Zakkumdan yapılan zehirli bir içecek ile idam edilmiştir. 93,95
Hypatia (370–415), Antik Çağ'ın en seçkin bilim insanlarından biri olarak tarihe geçmiştir. İskenderiye'de yaşayan bu olağanüstü kadın, matematik, astronomi ve felsefe alanlarında çığır açan çalışmalarıyla tanınır. Hypatia'nın bilimsel katkıları, kendi döneminin çok ötesine uzanan bir etkiye sahip olmuştur. Matematikte, konik kesitler üzerine yaptığı çalışmalar geometri alanında önemli ilerlemeler sağlamıştır. Astronomide, gök cisimlerinin hareketleri üzerine yaptığı gözlemler ve teoriler, daha sonraki astronomların çalışmalarına temel oluşturmuştur. Felsefede ise, Neoplatonizm akımının önde gelen temsilcilerinden biri olarak, akıl ve mantığın önemini vurgulamıştır. Hypatia'nın fikirleri, kendisinden yüzyıllar sonra yaşayan bilim insanlarını bile etkilemiştir; örneğin, Kopernik'in 800 yıl sonra ortaya koyduğu güneş merkezli evren modelinin, Hypatia'nın varsayımlarından ilham aldığı düşünülmektedir. Hypatia'nın yaşadığı dönem, Antik Çağ'ın sonlarına denk gelir ve bu dönemde İskenderiye, dini ve politik çatışmaların merkezindeydi. Paganizm ile Hıristiyanlık arasındaki gerilim, kent yaşamının her alanını etkiliyordu. Hypatia, doğayı mantık, matematik ve deney yoluyla açıklamaya çalışan bilimsel yaklaşımıyla, dönemin dini dogmalarına ters düşüyordu ve bu durum, onu tehlikeli bir konuma soktu. İskenderiye piskoposu Cyril (376-444), Hypatia'nın fikirlerini tehlikeli ve sapkın olarak nitelendirdi. 415 yılının Mart ayında, Hypatia korkunç bir saldırıya uğradı; okulunun kapısında savunmasız bir halde yakalandı, taşlandı, işkence edildi, istiridye kabuğuyla deris yüzüldü ve linç edilerek öldürülmüştür. 93,96
Orta Çağ (476-1453) ve Rönesans Dönemi (14. - 17. Yüzyıl)
İbni Sina (980-1037), daha önce geniş bir şekilde ele alınmıştır. Özetle, bilimsel çalışmaları ve sorgulamaları sonucunda sapkın (kafir) ilan edilerek sürgün hayatı yaşamıştır. 46
İbn Nefis (1210-1288), daha önce geniş bir şekilde ele alınmıştır. Özetle, bilimsel çalışmaları ya kendisi, sevenleri veya hasımları tarafından yok edilmiştir. Ancak, çalışmaları 1924 yılında, 700 yıl sonra yeniden keşfedilmiştir. 60
Roger Bacon (1220-1292), 13. yüzyılın önemli düşünürlerinden biri olarak bilinir ve bilimsel yöntemin ile deneysel bilimin erken savunucularındandır. Öğretmeni Robert Grosseteste (1175 -1253) ile birlikte bu bilimsel yaklaşımın Avrupa'da yayılmasına öncülük etmiştir. Bacon, İbn-i Sina'nın eserlerinden etkilenmiş ve onu Aristoteles'ten sonraki en büyük filozof olarak görmüştür. Bilimsel yöntemi ve deneysel bilimin önemini vurguladığı "Büyük Eser (Opus Majus)" adlı çalışmasında bu konuları detaylı bir şekilde ele almıştır. 93,97
Zamanının çok ötesinde fikirler üreten Bacon, denizaltı, otomobil ve uçak gibi modern araçları öngörmüştür.Ona göre, insan gücüne bağımlı olmadan hareket edebilen seyir makineleri, hayvan gücüne ihtiyaç duymadan çalışan arabalar ve uçan makineler mümkündü. 97 Roger Bacon, 13. yüzyılda "Perspectiva (Perspektif yani optik)" adlı eserinde şöyle yazdı: "En küçük toz ve kum parçacıklarını, onları görebileceğimiz açının büyüklüğü nedeniyle sayabiliriz." Bu, mikroskobik gözlemin erken bir öngörüsü olarak kabul edilebilir. 106
Bacon, bilimsel ilerlemenin önündeki engelleri şöyle sıralamıştır:
Bacon’ın ilerici fikirleri, dönemin otoriteleriyle çatışmasına yol açmış ve dini ile siyasi yetkililerle sürekli tartışmalara neden olmuştur. Bu tartışmalar sonucunda 14 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. 97
Nikolas Kopernik (1473-1543), Polonyalı astronom ve matematikçi, "De revolutionibus orbium coelestium" (Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine) adlı eserinde, yer merkezli evren modelini reddederek, Güneş'in merkezde olduğu heliosentrik modelini önermiştir. Bu devrimci görüş, dönemin dini otoriteleri tarafından baskıya uğramış ve ancak Kopernik'in ölümünden hemen önce, 1543'te yayımlanabilmiştir. Eser, gezegenlerin Güneş etrafında döndüğünü savunarak astronomi tarihinde önemli bir dönüm noktası yaratmış, ancak dini doktrinlerle çeliştiği için uzun süre gizli kalmak zorunda kalmıştır. Kopernik, ölüm döşeğinde bu cesur çalışmasını yayımlayarak bilim dünyasına sunmuştur. 93,98
Michael Servetus (1511-1553), daha önce geniş bir şekilde ele alınmıştır. Özetle, bilimsel çalışmaları ve teolojik görüşleri nedeniyle diri diri yakılmış. 93,65
Giordano Bruno (1548-1600), Rönesans döneminin en cesur düşünürlerinden biri olarak kabul edilir. Aristoteles (M.Ö. 384-322),'in kapalı evren anlayışına meydan okuyarak, Kopernik'in heliosentrik (güneş merkezli) teorisini destekleyen ilk filozoflardan biriydi. Evrenin sonsuz ve eş dağılımlı (homojen) olduğunu ve evrende, dünyanın dışında birçok gezegenin var olduğunu ileri sürerek, dönemin bilimsel ve dini görüşlerine meydan okudu. Bu görüşleri nedeniyle 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi'nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkınlıkla (kafirlikle) suçlandı. Tövbe etmesi için yapılan işkencelere karşın, görüşlerinden ödün vermedi ve ölüme mahkum edildi.
"Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar." diyen Bruno, kendisine ölüm kararını bildiren yargıca, "Ölümümü bildirirken benden daha çok korkuyorsunuz." diyerek cevap vermiştir.
Evrenin sonsuzluğunu ve birliğini savunan Bruno, Orta Çağ felsefesindeki gök ile yer ayrımını reddetti ve Tanrı ile evrenin aynı gerçekliğin iki farklı yönü olduğunu kabul etti. Ona göre, her şey Tanrı'nın gücünün bir yansımasıdır. "Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ile karanlık arasındaki, bilim ile cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım." Kendi ifadesiyle, bilim ile cehalet arasındaki savaşta her zaman aydınlığın tarafında yer aldı ve bu yolda karşılaştığı zorluklara rağmen düşüncelerini açıkça ifade etmekten çekinmedi.
Roma’da, konuşamaması için yüzüne demir maske geçirilip diri diri yakılarak idam edildi. Ayrıca, 1609’da kendi teleskopunu yaparak Venüs’ün evrelerini gözlemleyip, Jüpiter’in dört büyük uydusunu keşfederek gökbilimde devrim yarattı. 93,99
Galileo Galilei (1564-1642), astronomi, matematik ve fiziğe önemli katkılarda bulunan bir İtalyan bilim insanıdır. O dönemde kabul gören Ptolemaik dünya sistemi yerine, güneş merkezli Kopernik modelini savundu. Ptolemaik model, Dünyanın evrenin merkezi olduğunu öne süren bir yermerkezli (geosantrik) modeldi.
Dini kaynaklarda dünya merkezli evren modelinin kabul edildiği bir dönemde, "İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog" (Dialogo sopra i due massimi sistemi del mondo) kitabında güneş merkezli evren modelini savunduğu için Engizisyon tarafından yargılanmış, "dinsiz" (kafir) ilan edilmiş ve itibarı zedelenmiştir. Galileo, eserlerinden caydırılmaya zorlanmış, tövbe etmeye ve hayatının geri kalanını ev hapsinde geçirmeye mahkum edilmiştir. Mahkeme kararını duyduktan sonra "Yine de dönüyor (Eppur si muove)" sözleriyle bilim ve gerçeklerin inanç sistemleri karşısındaki bağımsızlığını ve direncini simgelemiştir. Bu sözler, zamanla bilimin otoriteye karşı duruşunun bir simgesi haline gelmiştir. 93,100
Galileo 1609 yılında optik çalışmalarını sürdürürken, teleskop teknolojisini farklı bir alanda kullanmaya karar verdi. "Occhiolino" (İtalyanca'da "küçük göz" anlamına gelir) adını verdiği yeni bir cihaz geliştirdi. Bu cihaz, aslında mikroskobun erken bir örneğiydi.
İlk occhiolino, iki mercekten oluşuyordu: bir bi-konveks objektif lens ve bir bi-konkav oküler lens. Bu tasarım, Galileo'nun teleskoplarındaki lens düzenlemesine benziyordu, ancak çok küçük nesneleri incelemek için optimize edilmişti.
Galileo, cihazını sürekli geliştirdi ve 1624 yılına gelindiğinde, occhiolino üç bi-konveks mercek kullanan daha gelişmiş bir versiyona dönüşmüştü. Bu yeni tasarım, yaklaşık 30 kat büyütme sağlıyordu. Her ne kadar bu büyütme oranı, Galileo'nun teleskoplarının sağladığı büyütmeden daha az olsa da, küçük nesneleri incelemek için yeterliydi.
İlginç bir şekilde, Galileo, bu yeni cihazla böcekleri incelemeye büyük ilgi gösterdi. Gökyüzündeki uzak cisimleri gözlemlemesiyle tanınan bilim insanı, mikroskobik dünyaya da merak sarmıştı. Ancak, teleskopuyla görebildiği sayısız yıldız, mikroskopla incelediği böceklerden çok daha fazla ilgisini çekiyordu. 100 105
Modern Çağ (1978- )
Antoine-Laurent de Lavoisier (1743-1794), kimya biliminin öncülerinden ve "modern kimyanın babası" olarak anılan, Fransız Bilim Akademisi tarafından altın madalya ile ödüllendirilmiş bir kimyagerdir. Yanma, solunum ve asit oluşumu süreçlerinde oksijenin kritik rolünü keşfeden Lavoisier, bu buluşlarıyla kimya bilimine önemli katkılarda bulunmuştur. Metrik sistemin geliştirilmesine de katkı sağlayarak ölçüm standartlarının bilimsel temellerini atmıştır. Ayrıca, Fransa'nın bozuk vergi sistemi Ferme générale üzerinde düzeltme çalışmalarına katılmıştır. Ancak, 1789 Fransız Devrimi sırasında politik çalkantılar nedeniyle bilimsel başarıları gölgede kalmıştır. 1794 yılında, solunum üzerinde deneyler yaparken, Devrim Mahkemesi tarafından devletin gelirlerini artırmak adına aldığı kararlar ve vergi toplama konusundaki faaliyetleri nedeniyle yolsuzlukla suçlanmış ve yargıcın "Cumhuriyet'in bilginlere ve kimyacılara ihtiyacı yoktur!" şeklindeki sözleriyle 8 Mayıs 1794'te giyotinle idam edilmiştir. 93,101
Bilimin ilerlemesi ve gelişmesi, aklın ve bilimsel düşüncenin hâkim olmasına bağlıdır. İbn Rüşd'e (Averroes, 1126-1198) atfedilen "Akıl tahtını terk edince, vahşet hükümran olmuş" ve "Aklın ışığı söndüğünde, vahşetin karanlığı insanlığın üzerine çökmüş" sözleri, bilim ve akıl temelli düşüncenin önemini vurgular. Vittorio Alfieri'nin (1749-1803) "Akıldan başka her şey; çoğaldıkça değerinden kaybeder" ifadesi de bilimsel düşüncenin üstünlüğünü ortaya koyar.
Ancak, tarihin çeşitli dönemlerinde, bilimi ve bilimsel ilerlemeyi engelleyen dogmalar ve statükocu yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. John Dewey'in (1859-1952) "Uygarlığımızın geleceği, bilimsel düşünme alışkanlığımızın gitgide yayılmasına ve derinleşmesine bağlıdır" sözleri, bilimsel düşüncenin yaygınlaşması ve derinleşmesinin önemini vurgulamaktadır.
Tüm zorluklara rağmen, bilim, cesur ve özgür düşünen insanların adımlarıyla her zaman ilerleyecek ve gelişecektir. Bilim, akıl ve bilimsel düşüncenin hâkim olduğu bir dünyada, insanlığın refah ve ilerlemesi için vazgeçilmez bir role sahiptir.
Leonardo da Vinci, görsel ifadenin gücünü vurgulayan 'saper vedere' ilkesini benimsemişti. Bilgi ve detayların zenginliğine rağmen, bir çizimin anlatabileceklerinin yazılı açıklamalarla eşleştirilemeyeceğine inanıyordu. Anatomik yapıların çizimlerini, 1490'da Pavia Üniversitesi ile başladığı işbirliği ve 1513'e kadar yaptığı çalışmalarla sürdürdü. Bu çizimler, o dönemin baskıcı engizisyonu nedeniyle büyük ölçüde toplumdan gizli tutulsa da, bilim dünyasında önemli etkiler yarattı. Leonardo'nun çalışmaları, Pavia Üniversitesi'nde kan dolaşımı teorilerinin gelişimine öncülük etti ve bu bilgiler, Padua Üniversitesi'nde daha da geliştirildi.
Andrea Vesalius (1514-1564), Orta Çağ'ın en tanınmış anatomistlerinden biridir. Vesalius, 1537 yılında Padova Üniversitesi'nde göreve başladı ve burada yaptığı detaylı anatomik diseksiyonlarla tanındı. En önemli eseri olan "De Humani Corporis Fabrica Libri Septem" (İnsan Bedeninin Yapısı Üzerine Yedi Kitap) 1543 yılında yayımlandı ve önceki anatomistlerin hatalarını düzelterek insan vücuduna dair daha doğru bir anlayış sundu. Özellikle, meslektaşlarının hayvan modellerini insan kalp ve dolaşım sistemine uyarlamalarının yanlış olduğunu; balinalarda arteriyel ve venöz kanın karışmasını önleyen "rete mirabile" (harika ağ) mekanizmasının insanlarda bulunmadığını göstererek kanıtlamıştır. Bu bulgu, hayvan anatomisinin doğrudan insan anatomisine uygulanamayacağını açıkça ortaya koymuştur. 11 1539'da, Padua Ceza Mahkemesi hakimi Marcantonio Contarini'nin yardımıyla Vesalius, idam edilen suçluların cesetlerini incelemek için gerekli erişimi elde etti. Contarini, infazları Vesalius’un çalışmalarına uygun şekilde bazen erteleyerek Vesalius’a birçok kadavrayla çalışma fırsatı sundu. Karşılaştırmalı diseksiyonları sistematik olarak tekrarlayarak, Galen'in anatomik bilgilerindeki tutarsızlıkları ortaya çıkardı. 1539 yılına gelindiğinde, elde ettiği somut kanıtlarla Galen'in teorilerine açıkça karşı çıkabilecek duruma geldi. Galen'in insan anatomisi olarak sunduğu bilgilerin aslında maymun anatomisine ait olduğunu gösterdi ve Galen'in çalışmalarında 200'ü aşkın hatayı tespit edip düzeltti. 71
Vesalius, "Fabrica" adlı eserinin 1543 yılındaki ilk baskısında Vesalius, M.S. 2. yüzyılda yaşamış olan Galen'in görüşlerini takip ederek, kalbin sağ ve sol karıncıkları arasındaki duvar olan interventriküler septumda delikler olduğunu düşünüyordu. Bu, o dönemde yaygın olarak kabul edilen hatalı bir görüştü. Ancak, 1559 yılında İtalyan anatomist Matteo Realdo Colombo, bu septumda aslında hiç gözenek olmadığını keşfetti. Bu yeni bilgi ışığında Vesalius, kendi gözlemlerini yeniden değerlendirdi ve kalp anatomisi hakkındaki önceki yanılgısını düzeltti.
Vesalius'un kalp anatomisine bir diğer önemli katkısı da terminoloji alanında olmuştur. Sol kulakçık (atriyum) ile sol karıncık (ventrikül) arasındaki kapakçığa 'mitral kapak' ismini veren odur. 'Mitral' kelimesi Latince kökenlidir ve "piskopos başlığı şeklinde" anlamına gelir. Bu isim, kapakçığın şeklinin bir piskopos başlığına benzemesinden dolayı verilmiştir. 11
Matteo Realdo Colombo (1515-1559), 16. yüzyılın önemli İtalyan anatomistlerinden biridir. 1559 yılında yayınladığı "De re anatomica libri XV" (Anatomi Üzerine On Beş Kitap) adlı eseriyle tıp tarihinde önemli bir yer edinmiştir.
Colombo, bu eserinde döneminin ünlü anatomisti Andreas Vesalius'un bazı görüşlerini düzeltmiş ve tamamlamıştır. Özellikle böbreklerin anatomik konumunu Vesalius'tan daha doğru bir şekilde tanımlamıştır. Ancak Colombo'nun en önemli katkısı, küçük kan dolaşımı (pulmoner dolaşım) hakkındaki açıklamalarıdır. Colombo, kanın sağ ventrikülden pulmoner artere, oradan akciğerlere gittiğini, akciğerlerde inceldiğini ve havayla karıştığını, sonra da pulmoner venler aracılığıyla sol ventriküle döndüğünü açıklamıştır. Bu açıklama, küçük kan dolaşımının ilk doğru tanımlamalarından biri olarak kabul edilir. Ayrıca, daha önce Michael Servetus'un da dikkat çektiği gibi, pulmoner arterin genişliğine vurgu yapmıştır.
Önemli bir nokta olarak, Colombo eserinde kalbin interventriküler septumunda gözeneklerin varlığından hiç bahsetmemiştir. Bu, o dönemde yaygın olan yanlış bir inanışı düzeltme yolunda önemli bir adımdır. Böylece Galen'in kalbin interventriküler septumunda gözenekler olduğu teorisine son vermiştir. 11
Colombo'nun çalışmalarının kaynakları konusunda bazı tartışmalar vardır. Michael Servetus'un 1546'da Padova'ya bir kitap taslağı gönderdiği bilinmektedir, ancak Colombo'nun bu taslağı görüp görmediği kesin değildir. Benzer şekilde, daha önce küçük kan dolaşımını tanımlayan İbn-i Nefis'in çalışmalarından haberdar olup olmadığı da belirsizdir. 11
Sonuç olarak, pulmoner dolaşımın keşfi tarih boyunca yaşanan engellere rağmen nihayet kaydedilmiştir. Pulmoner dolaşımın keşfi, tıp tarihinde uzun ve karmaşık bir süreci kapsar. Bu süreçte birçok bilim insanının katkıları önemli rol oynamış, ancak çeşitli engeller ve talihsizlikler keşfi geciktirmiştir. İşte bu sürecin ana dönemeçleri:
Antonio di Paolo Benivieni (1443–1502)'nin 1507 yılında yaptığı çalışmalar dışında, çok az bilim insanı insanlarda anatomopatolojik anormalliklere yeterince dikkat etmişti. Colombo, ilginç bir şekilde, muhtemelen dekompanse kronik kalp yetmezliğine ikincil olarak gelişen hidrotoraks (kronik kalp yetmezliğinin neden olduğu sıvı birikimi), bakteriyel endokardit (kalp kapaklarının iltihabı), miyokard enfarktüsü (kalp krizi) ve kronik perikardit (kalp zarının iltihabı) gibi kalp anormalliklerini tanımlamıştır. 11
Amatus Lusitanus (1511-1568), gerçek adıyla João Rodrigues de Castelo Branco, kan dolaşımındaki kapakçıkların işlevini keşfettiği için kan dolaşımının bulunmasında katkısı olan Protekiszli hekim, 1551 yılında azygos damarında kapakçıkların varlığını tanımlamış, ancak bu yapıların anatomik önemine dair yanlış açıklamada bulunmuştur. 11
Hieronymus Fabricius ab Aquapendente (1533-1619) ise 1603'teki yılında yayımladığı 'De venarum ostiolis (Toplardamar Kapakçıkları Üzerine)' adlı eseriyle, kan dolaşımı hakkındaki anlayışımızı derinden etkileyecek önemli gözlemler ortaya koydu. Fabricius, bu çalışmasında insan vücudundaki toplardamar kapakçıklarını detaylı bir şekilde inceledi. Bu kapakçıkların varlığı daha önce de biliniyordu, ancak Fabricius, bunların yapısını ve işlevini sistematik bir şekilde araştıran ilk kişi oldu. Neredeyse tüm vücutta bulunan bu kapakçıkların anatomik özelliklerini ayrıntılı olarak tanımladı.
Gözlemlerine dayanarak, Fabricius bu kapakçıkların temel işlevinin kanın geri akışını engellemek olduğunu öne sürdü. Bu, kan dolaşımının anlaşılması yolunda önemli bir adımdı. Ancak, Fabricius'un teorisi bazı sınırlamalara sahipti. O, bu kapakçıkların kanın geri akışını sadece kısmen engellediğini düşünüyordu. Ayrıca, dönemin yaygın inancına uygun olarak, kanın bir kısmının toplardamarlar aracılığıyla dokulara dağıtıldığını öne sürüyordu. 11
Fabricius, kanın vücutta sürekli bir döngü halinde dolaştığı fikrini henüz kavramamıştı. Buna rağmen, Fabricius'un çalışması, kan dolaşımının anlaşılmasında önemli bir dönüm noktası oldu. Onun gözlemleri ve teorileri, daha sonra öğrencisi William Harvey gibi bilim insanlarının kan dolaşımını tam olarak açıklamalarına zemin hazırladı.
15. yüzyılın sonlarından 17. yüzyılın başlarına kadar uzanan dönem, insan anatomisi ve fizyolojisi alanında büyük ilerlemelere sahne oldu. Bu süreç, Leonardo da Vinci'nin detaylı anatomik çizimleriyle başladı. Leonardo’nun çizimleri, "Bir resim bin kelimeye bedeldir" ifadesinin somut bir örneğ oldu. İnsan vücudunun karmaşık yapısını görsel olarak anlamada devrim yarattı.
Leonardo'nun açtığı yoldan ilerleyen bilim insanları sonraki nesil bilim insanlarına ilham kaynağı oldu. 16. yüzyılda, kilise ve devlet otoritelerinin insan kadavraları üzerinde diseksiyon yapılmasına izin vermesiyle birlikte, anatomi çalışmaları hız kazandı. Bu yeni imkanlarla donanmış araştırmacılar, özellikle insan vücudundaki en gizemli sistemlerden biri olan kan dolaşımını anlamaya yoğunlaştılar. Pavia Üniversitesi'nde çalışan Realdo Colombo ve Andrea Cesalpino, kanın vücutta nasıl hareket ettiğine dair yeni teoriler geliştirdiler. Bu çalışmalar, komşu Padua Üniversitesi'nde Fabricius ab Aquapendente tarafından daha da ileri götürüldü.
Ne var ki, dönemin siyasi ve dini baskıları nedeniyle, bu önemli buluşların çoğu gizli tutulmak zorunda kaldı. Bilim insanları, çalışmalarını dar bir çevre içinde paylaşabildiler. Bu gizlilik, bir yandan bilginin yayılmasını engellerken, diğer yandan da bu üniversiteleri anatomi ve fizyoloji çalışmaları için çekim merkezi haline getirdi.
Bu bilimsel birikimin doruk noktası, William Harvey'nin çalışmalarıyla geldi. Cambridge Üniversitesi'nden genç bir öğrenci olan Harvey, 1600'lerin başında Padua'ya gelerek Acquapendente'nin öğrencisi oldu. 1602'de buradan mezun olan Harvey, hocasından öğrendiklerini ve Padua'daki bilimsel atmosferi İngiltere'ye taşıdı.
Harvey, daha sonraki yıllarda kan dolaşımı konusunda yaptığı çığır açan çalışmalarla tıp tarihinde bir dönüm noktası olacaktı.
13- William Harvey (1578-1657)
5100 yıl önce İmhotep'in merak ettiği ve 1500 yıl önce Galen'in açıklamaya çalıştığı bulmacayı William Harvey çözdü.
1628 - Dolaşım Sisteminin Keşfi
İngiliz hekim ve anatomist William Harvey, Padova Üniversitesi'nde Fabricius ab Aquapendente'nin öğrencisiydi. Fabricius'un toplardamar kapakçıklarının keşfini dikkate alarak, Harvey bu kapakçıkların doğru işlevlerini, yani kanı içermelerini ve kan akışını yönlendirmelerini fark etti. Bu, 1628'de kan dolaşımını keşfetmesine dair bazı perspektifler sunar. Harvey, bu kapakçıkların tek yönlü olduğunu ve kanın kalbe doğru akmasına izin verirken, ters yöne akmasını engellediğini anladı. Bu anlayış, onun vücuttaki kanın sürekli bir döngü içinde hareket ettiği ve kalbin bu döngüyü pompalayarak sürdürdüğü sonucuna varmasına yardımcı oldu. Böylece, modern tıbbın temel taşlarından biri olan kan dolaşımı sisteminin keşfi gerçekleşti. 11
Tıp tarihinde, William Harvey'nin dolaşım sistemini keşfetmesinden önce, Galen'in teorileri egemendi. Galen'e göre kan, organlar tarafından kullanılıp tüketilen bir maddeydi ve vücutta dolaşımı olmayıp, karaciğer ve kalp tarafından sürekli olarak yeniden üretiliyordu.
Harvey, ikinci bölümde kanın kalpten dokulara nasıl gittiğini ve nasıl geri döndüğünü anlamak amacıyla deneyler yapmaya başladı. İlk kez ölçümler, yani nicel kanıtlar kullanarak bu sorunu ele aldı. Nicel kanıtların fizyoloji çalışmalarında kullanımını başlatması, tıbbın gelişimine önemli bir katkıydı. Ölçüm kullanımı fizyolojide ilk defa onunla birlikte başlamıştır. Harvey, 1500 yıldır kabul gören Galen'in teorisini sorgulamaya başladığında, kendisine şu basit ama çarpıcı soruyu sordu:
"Eğer Galen'in teorisi doğruysa ve kan sürekli olarak karaciğer tarafından yiyeceklerden üretiliyorsa, karaciğerin ne kadar kan üretmesi gerekiyor?"
Bu kadar açık bir sorunun, 1500 yıl boyunca hiç kimse tarafından sorulmamış olması gerçekten dikkat çekiciydi. Karaciğerin bir saatte ne kadar kan üretebileceğini hesaplamaya başladı. Harvey'e göre kalp, mistik bir organ değil, kanı vücuda pompalayan mekanik bir pompadır. Kanın kalp tarafından pompalandığını, vücudun farklı bölgelerine taşındığını, akciğerlere geri döndüğünü ve dolaşıma yeniden katıldığını öne sürdü. Kralın özel hekimi olması sayesinde, kralın geyiklerini incelemek için izin alarak hayvanlar üzerinde araştırma yapma imkanı buldu. Hayvanların kalplerine bakarak, her kalp atışında kalpten yaklaşık 57 gram (2 ons) kan pompaladığını tahmin etti (bu oldukça iyi bir tahmindir). Kalbin ortalama dakikada 72 kez attığını hesaba katarak, saatte yaklaşık 245 kilogram (540 pound) kanın pompalanması gerektiğini hesapladı. Günde ise 5.89 ton. Açıkça, karaciğerin bir saat içinde bu kadar çok kan üretmesi imkansızdı. Bu hesaplamalar, Harvey'in kanın sürekli olarak karaciğerde üretildiği yönündeki 1500 yıllık Galenik teoriyi çürütmesine yol açtı. 69
Eğer Scotty bizi William Harvey'in dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH şikayetlerimize çare aramak için yaşadığımız ülkenin dışına gitmemiz gerekebilirdi.
Çünkü Harvey, Galen'in 1500 yıllık görüşlerine meydan okuyarak dolaşım sistemini keşfettiği "De Motu Cordis" adlı eserini, olası tepkilerden kaçınmak için yaşadığı ülke olan İngiltere yerine Almanya'da yayımlamaya karar vermişti.
14- Marcello Malpighi (1628-1694)
1661 - Malpighi, Harvey'in Kan Dolaşımı Sistemini Tamamladı
Marcello Malpighi, 17. yüzyılda yaşamış İtalyan hekim ve bilim insanı, mikroskobik anatominin kurucusu olarak kabul edilir. Modern histoloji ve embriyolojinin öncüsü olan Malpighi, canlı maddeyi mikroskopla inceleyerek organların çeşitli dokulardan, dokuların da çıplak gözle görülmeyen hücrelerden oluştuğunu kanıtladı.
Marcello Malpighi, kan dolaşımını anlamak için 1660 yılında çalışmalarına başladı. İlk olarak koyun gibi büyük hayvanların akciğerlerini inceledi ve damarların izini sürmek amacıyla pulmoner artere siyah mürekkep enjekte etti. Ancak, büyük hayvanların dokularında kılcal damarları görmek zor olduğundan, bu yöntem başarılı olmadı.
Bu zorluğu aşmak için Malpighi, 1661'de daha küçük olan kurbağa akciğerlerini incelemeye karar verdi. Bu karar, kılcal damarların keşfi için dönüm noktası oldu. Kurbağa akciğerlerinin ince yapısı, mikroskop altında kılcal damar ağını net bir şekilde görmesini sağladı. Araştırmaları o kadar yoğun geçmiştir ki, şaka yoluyla "bütün kurbağa neslini yok ettim" demiştir.
Bu gözlem, o zamanın yaygın inanışı olan "açık dolaşım sistemi" fikrini çürüttü. Malpighi, Harvey'nin ölümünden üç yıl sonra, kanın kapalı bir sistem içinde hareket ettiğini göstererek William Harvey'in kan dolaşımı teorisini destekledi ve tamamladı. Kılcal damarların, atardamarlar ve toplardamarlar arasındaki bağlantıyı sağladığını göstererek, hayvanlarda kapalı bir dolaşım sistemini doğruladı.
Akciğerlerin yapısını ayrıntılı olarak inceleyen Malpighi, 1661 tarihli "De pulmonibus observationes anatomicae (Akciğerler Üzerine Anatomik Gözlemler)" adlı çalışmasında önemli bulgular sundu. Akciğerlerin kesecik yığınlarından oluştuğunu ve her keseciğin kılcal damar ağıyla çevrili olduğunu gösterdi. Bu keseciklere "alveol" adını verdi ve soluk borusuyla olan ilişkisini açıkladı. Alveolleri bal peteği deliklerine benzeten Malpighi, bunların havanın vücuda girmesi için "kusurlu bir sünger" görevi gördüğünü belirtti. Böylece, kanın havayla doğrudan değil, ince bir zar aracılığıyla temas ettiğini keşfetti.
Malpighi'nin çalışmaları kan üzerine de yoğunlaştı. Kırmızı kan hücrelerini gözlemleyen ilk bilim insanlarından biri oldu ve kanın pıhtılaşma mekanizmasını inceledi.
Malpighi'nin araştırmaları çok yönlüydü ve sadece akciğerlerle sınırlı kalmadı. Mikroskop kullanarak cilt, böbrekler ve karaciğer gibi çeşitli organları inceledi. Önemli keşiflerinden biri, deri rengi üzerine yaptığı çalışmalardı. Siyahi bir insanın derisini mikroskop altında inceleyerek, deri renginin kaynağını buldu. Siyah pigmentin derinin hemen altındaki bir tabakada yer aldığını tespit etti. Bu çalışmalar sırasında, günümüzde "Malpighi tabakası" olarak bilinen, derinin üreme tabakasını da keşfetti. Ayrıca, dil dokularını inceleyerek tat tomurcuklarının işlevini ortaya çıkardı.
Malpighi'nin keşifleri, onu modern histolojinin (doku bilimi) ve mikroskobik anatominin öncülerinden biri yaptı. Çalışmaları, insan vücudunun mikroskobik düzeydeki yapısını anlamada büyük bir ilerleme sağladı ve tıp biliminin gelişimine önemli katkılarda bulundu. Mikroskop kullanarak yaptığı çalışmalarla mikroskobik anatomi alanının temellerini attı ve insan vücudunun yapısı ve işleyişi hakkında daha derin bir anlayış geliştirmemize yardımcı oldu. 107
Marcello Malpighi, 1661 yılında akciğer anatomisi üzerine yaptığı mikroskobik gözlemler sonucunda pulmoner kapillerleri ve alveolleri keşfetti.
Bu keşifler, solunum sisteminin anlaşılmasında önemli bir dönüm noktası oldu.
15- Giovanni Battista Morgagni (1682-1771) ve René-Théophile-Hyacinthe Laennec (1781- 1826) - Sağ Kalp Karıncığının Hipertrofisini tanımladılar.
1750 - Dolaşım sisteminin hastalıkları tanımlanmaya başlandı
Tıp biliminde devrim niteliğinde bir dönüm noktası, Marcello Malpighi'nin (1628-1694) mikroskopik kılcal damar ağını keşfetmesi ve William Harvey'in (1578-1657) kan dolaşımı teorisini doğrulamasıyla yaşandı. Bu keşifler, dolaşım sistemi hastalıklarının tanımlanması ve tedavisinde önemli ilerlemelere yol açtı. Ayrıca, kalp ve damar hastalıklarının daha iyi anlaşılmasını ve bu alandaki tıbbi uygulamaların geliştirilmesini sağladı.
Ancak, bu önemli keşiflere rağmen, takip eden 150 yıl boyunca pulmoner dolaşımın hastalıkları ve sağ ventrikülün hastalıklardaki rolü üzerine yapılan bilimsel çalışmalar sınırlı kaldı. Bu durumu değiştiren gelişme, 1762'de Giovanni Battista Morgagni (1682-1771) ve 1826'da stetoskopun mucidi René Laennec'in (1781-1826) çalışmalarıyla gerçekleşti. Bu iki bilim insanı, amfizem vakalarında sağ ventrikülün hipertrofisini ayrıntılı şekilde tanımladılar.
Amfizem, akciğer hava keseciklerinin zarar görmesiyle oluşan bir hastalıktır ve bu hastalarda sağ kalp karıncığının kalınlaşması (hipertrofi) yaygın olarak gözlemlenir. Morgagni ve Laennec'in çalışmaları, sadece sağ ventrikül hipertrofisini tanımlamakla kalmadı, aynı zamanda kalp ve akciğer hastalıkları arasındaki karmaşık ilişkiyi anlamamıza da yardımcı oldu. Bu çalışmalar, dolaşım sistemi hastalıklarının daha iyi anlaşılmasına katkı sağladı ve pulmoner dolaşımın hastalıklarına ilişkin ilk değerli keşiflerden biri olarak kabul edildi.
19. yüzyılın başlarından itibaren, kalp ve akciğer hastalıkları arasındaki ilişkiler daha net ortaya çıkmaya başladı. 1851'de Julius Klob (1831-1879), pulmoner arterdeki değişiklikleri keşfetti. 1865'te Armand Trousseau (1801-1867), kronik akciğer hastalıklarına bağlı siyanoz ve ödemi tanımladı. Pulmoner hipertansiyonun net bir tanımı 19. yüzyılın sonlarına kadar yapılmamış olsa da, bu duruma neden olan faktörler giderek daha iyi anlaşıldı. 1891'de Ernst von Romberg (1865-1933), pulmoner arter sklerozunu tanımladı. Bu bulgular, modern kardiyoloji ve pulmoner tıbbın temel taşlarını oluşturdu. İlerleyen yıllarda pulmoner hipertansiyon, KOAH ve diğer kardiyopulmoner hastalıkların tanı ve tedavisinde önemli ilerlemelere öncülük etti. 73
16- Antoine-Laurent de Lavoisier (1743-1794) - Solunum Sistemi Tanımlanmaya Başladı
1789 - Solunum Sisteminde Oksijenin Rolünü Keşfetti.
William Harvey'nin 1628'de kan dolaşımı sistemini keşfinden ve Marcello Malpighi'nin 1661'de akciğerlerdeki kılcal damarları ve hava keseciklerini gözlemlemesinden sonra, bilim dünyası solunumun yaşamsal önemini kavrayarak bu alanda araştırmalara yöneldi. Fizik ve kimya bilimlerindeki gelişmeler, solunum fizyolojisinin oksijen tüketimi ve ısı üretimi açısından incelenmesine olanak tanıdı.
Bu dönemde, tıp ve kimya arasında bir köprü kuran İsviçreli hekim ve düşünür Paracelsus (Phillipus Theophratus Bombastus von Hohenheim, 1493-1541), canlılardaki süreçleri kimyasal terimlerle açıklama fikrini ortaya attı. Bu yaklaşım, daha sonra İatrokimya Okulu'nun temellerini oluşturdu. Bu okulun önemli temsilcilerinden biri olan Flaman bilim insanı Jan Baptist van Helmont (1577-1644), gazlar üzerine yaptığı çalışmalarla "gaz" terimini literatüre kazandırdı. Van Helmont, havanın akciğerlerden süzülerek geçtiğini ve akciğer hücrelerinin bir çeşit motor gücüne sahip olduğunu ileri sürdü.
1660 yılında İngiliz bilim insanı Robert Boyle (1627-1691), canlıların yaşamını sürdürmesi için havanın tamamına değil, sadece belirli bir bileşenine ihtiyaç duyduğunu keşfetti. Ancak dönemin çoğu bilim insanı, yanıcı maddelerin içinde bulunan ve yanma sırasında açığa çıktığı düşünülen hayali bir madde olan flogiston teorisine inanmaya devam etti.
John Mayow (1645-1679) ise yanma ve solunum sırasında açığa çıkan gazları izole etmeyi başardı. Havanın yalnızca bir kısmının yanma ve solunum için kullanıldığını fark ederek, bu kısma "nitro-aerial" parçacıklar adını verdi. Günümüzde bu parçacıkların oksijen olduğunu biliyoruz.
1669'da İngiliz hekim Richard Lower (1631-1691), solunum fizyolojisi alanında çığır açan deneyler gerçekleştirdi. Arteriyel ve venöz kan arasındaki renk farkını inceleyerek, kanın akciğerlerden geçerken solunan havayla karıştığını gözlemledi.
Ancak modern solunum teorisinin tamamlanması, 18. yüzyılda kimyasal elementlerin keşfiyle mümkün oldu. Joseph Black karbondioksiti, Henry Cavendish hidrojeni, Daniel Rutherford azotu ve Joseph Priestley oksijeni keşfetti. Bu keşifler, Antoine-Laurent de Lavoisier'nin (1743-1794) çığır açan çalışmalarına zemin hazırladı.
Lavoisier'nin solunum sisteminde oksijenin rolünü keşfetme süreci, 1770'lerin sonlarında ve 1780'lerin başlarında gerçekleşti. Bu süreç, bir dizi önemli deney ile aşamalı olarak ilerledi ve kanıtlandı.
Ne yazık ki Fransız Devrimi sırasında, eski rejimle bağlantılı olduğu gerekçesiyle diğer vergi tahsildarlarıyla birlikte tutuklandı. 8 Mayıs 1794'te giyotinle idam edildi. Rivayete göre, deneylerini tamamlamak için geçici bir erteleme istediğinde, yargıç "Cumhuriyet'in bilim adamlarına ihtiyacı yok" diye cevap verdi. Lavoisier'nin trajik sonu, bilim dünyası için büyük bir kayıp oldu, ancak solunum fizyolojisine yaptığı katkılar kalıcı oldu.
Eski Yunan filozofu Anaksagoras'ın "Hiçbir şey doğmaz ve yok olmaz, sadece var olan şeyler birleşir ve ayrılır" şeklindeki ifadesinden uyarladığı "Rien ne se perd, rien ne se crée, tout se transforme" (Hiçbir şey kaybolmaz, hiçbir şey yaratılmaz, her şey dönüşür) Lavoisier'e atfedilen sözüyle dolaşım sisteminin tarihçesi hakkındaki bilgi paylaşımımızın sonuna ulaştık. Sırada pulmoner hipertansiyonun tarihçesine birlikte bakacağız. 101,103,108,109
Konunun başında da belirtildiği üzere, 1850'li yıllarda tıp alanında, doktorların tanı ve tedavi yöntemleri oldukça sınırlıydı. O dönemde doktorlar, ellerinden ilkel bir stetoskopla hastalarını muayene ederken temel olarak gözlem yeteneklerine, ellerine, burunlarına ve kulaklarına güveniyorlardı. Solgunluk, siyanoz veya çırpınan bir titreme gibi belirtileri görebiliyorlardı, ancak bu belirtilerin ne anlama geldiğini anlamıyorlardı. Göğüs hareketlerini hissedebiliyor ve zarif vurmalı parmaklarıyla farklı tonlara dokunabiliyordu ama içeride neler olup bittiği hakkında hiçbir fikirleri yoktu. 1
Sonrasında bilimsel keşif çağı başladı. Tıp ve sağlık alanında devrim yaratan üç önemli gelişme gerçekleşti. Louis Pasteur (1822-1895), mikropların hastalıklara neden olduğu teorisini geliştirdi ve mikroskopi kullanarak hastalıkları açıkladı. Wilhelm Conrad Röntgen (1845-1923), X-ışınlarını keşfetti ve bu buluş, tıbbi teşhis ve tedavide yeni bir dönem başlattı. Edwin Chadwick (1800-1890), enfeksiyonların kötü yaşam koşullarından kaynaklandığını savunarak, halk sağlığı yasalarının reformunu teşvik etti. Ignaz Semmelweis (1818-1865), doğum sonrası ateşin temiz ellerle önlenebileceğini kanıtladı ve hijyenin önemini vurguladı. John Snow (1813-1858), kolera salgınlarının su kaynaklarıyla ilişkisini haritalayarak modern epidemiyolojinin temellerini attı. Joseph Lister (1827-1912), cerrahi antiseptikler kullanarak enfeksiyon kontrolünde çığır açtı. John Hutchinson (1811-1861), akciğer kapasitesini ölçen spirometreyi geliştirerek, solunum fonksiyon testlerinin öncüsü oldu. Bu gelişmeler, modern tıbbın ve halk sağlığının temelini oluşturdu. 1
Akciğer fonksiyon testleri yavaş gelişti ve Hutchison'ın akciğer hacimlerinden Tiffeneau'nun akış hızlarına geçiş 100 yıl sürdü. Bunu, 1950'lerde gaz değişimini anlamak için büyük bir akademik çaba izledi ve karbon monoksit transferini ve vücut pletismografisini (Damar Hacmi Değişim Testi) klinik olarak kullanışlı hale getirme girişimleri oldu. Ancak, daha önemlisi kan gazı ölçümleriydi. Günümüzde, peak akım ölçerlere göre bazı faydaları olsa da, basit oksimetreler akciğer tıbbının vazgeçilmez bir aracı haline gelmiştir. 1
Endoskopi, 1849'daki ilk larinksoskopiden 1904'teki rijit bronkoskopiye kadar yavaşça gelişti. Başlangıçta hiç anestezi olmadan veya daha az dayanıklılar için kokain spreyi ile yapıldı. Ancak 1970'lerde Japon lif optiği ile her şey değişti; 1980'e gelindiğinde, tanısal bronkoskopi artık cerrahlar tarafından değil, hekimler tarafından gerçekleştiriliyordu. 1
Etkin ilaç tedaviler ise 1930'lu yıllardan sonra ortaya çıkmaya başladı. Mantarlar yüzyıllardır enfeksiyonları tedavi etmek için kullanılmıştı, ancak Fleming'in 1928'de penisilini araştırması; Florey ve Pfizer, 1942'de üretim aşamasına geçmesinde önemli rol oynamıştır. Ardından streptomisin (1944), tetrasiklin (1945), kloramfenikol (1947), eritromisin (1949), izoniazid (1952) ve rifampisin (1957) geldi. Bu ilaçlar sayesinde, doktorlar enfeksiyonları sadece izlemekle kalmayıp, etkin bir şekilde tedavi edebilme imkanına kavuşmuşlardır. Bu dönem, tıp alanında çalışanlar için heyecan verici bir çağ olmalıydı. 1
Kısa bir süre sonra, kortizonun mucizesi gerçekleşti. 1949'da romatoid artrit hastaları, yataklarından kalkıp yürümeye başladılar ve bu mucize ilaç tüm bilinen hastalıkları tedavi etmeye başladı. Daha sonra ilacın faydaları ve yan etkileri hızla anlaşıldı. Kontrollü deneyler daha uzun süre alır. Astım atağına karşı tedavi olumlu sonuçlar verdi ve inhalasyonla kullanılan kortikosteroidlerle uzun vadeli kontrol sağlandı. 1
İlk güçlü nebülizör, 1858'de Jean Sales-Girons (1808-1879) tarafından Fransa'da icat edildi. Cihazın geliştirme süreci, 1960'lardan sonra etkili bir tedavi yönetimi olmasını sağladı. Ancak 1980'lerden sonra, non-invaziv pozitif basınçlı ventilasyon yaygınlaşmış ve o zamandan beri cihazlar sürekli olarak geliştirilmektedir. Bu gelişmeler, 100 yıl önce hayatını kaybedecek olan yüz binlerce kişiyi hayatta tutmuştur. Bu bağlamda, oksijen teslim cihazları da önemli bir rol oynamaktadır; tüpler, sıvı oksijen depoları ve büyük boyutlu konsantratörler, hafif ve taşınabilir versiyonlarla değiştirilmiştir, bu cihazlar genellikle 2 kg'dan daha az ağırlıktadır. 1
Tıp tarihi, küçük adımlarla doludur ve her biri, bugün sahip olduğumuz tıbbi bilgi ve uygulamaların temelini oluşturmuştur. Örneğin, 1904'te endotrakeal entübasyon (cerrahi borunun ağızdan veya burundan solunum yoluna yerleştirilmesi) ve 1847'de kloroform gibi anestezik gazların keşfi, cerrahi müdahalelerin güvenliğini ve etkinliğini artırmıştır. Antisepsis yöntemleri ve 1870'lerde geliştirilen kan grupları ve güvenli kan transfüzyonu, enfeksiyon kontrolünde devrim yaratmıştır. Antibiyotiklerin 1940'larda keşfi ise, enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde yeni bir çağ açmıştır. Tüm bu ilerlemeler, cesur öncüler sayesinde mümkün olmuştur. 1
Her yeni cerrahi operasyon, öncekilerin deneyimleri üzerine inşa edilmiştir. Örneğin, yapay pnömotoraks (1830'lar) thorakoplasti (1880'lar) ve plombaj (1920'ler) gibi tedavilere yol açmıştır. Pnömonektomi sonrası ilk hayatta kalma vakası 1931'de gerçekleşmiş, ancak sonraki 16 hasta hayatını kaybetmiştir. Zamanla, tüberküloz cerrahisi, 1950'lerde akciğer kanseri rezeksiyonuna dönüşmüştür. 1850'den itibaren plevral sıvının drenajı rutin hale gelmiş, Axel Munthe 1929'da "The Story of San Michele" adlı eserinde bir ev ziyareti sırasında bir pet maymunun empiyemini nasıl boşalttığını anlatmıştır. Torakoskopi 1910'da başlamış ve 1970'lerde fiber optiklerle ilerlemiştir. Günümüzde, video yardımlı torakoskopik cerrahi, plevral hastalıkların incelenmesi, akciğer biyopsisi, pnömotoraks tedavisi ve basit rezeksiyonlar için kullanılmaktadır. Akciğer nakli, 1970'lerde başarılı operasyonlarla son evre akciğer hastalığı için yeni ve harika umutlar sunmuş ve şimdi rutin hale gelmiştir, ancak donör organların kıtlığı ile sınırlıdır. 1
Torasik cerrahi, kalp cerrahisine öncülük etmiş ve 1960'larda akciğer cerrahisinin geride kalma tehlikesi ortaya çıkmıştır. Ancak, 1970'lerde akciğer cerrahisi ayrı bir alan olarak gelişmiş ve gelişmeye devam etmiştir. Teknik değişiklikler kadar, organizasyonel değişiklikler de önemlidir. 1
Not: Her hastalık insan hayatında önemlidir, ancak nadir bir hastalığa sahip olmak, çok daha zorlu bir süreci beraberinde getirir. Tıp alanında öncü olan hekimler, özellikle nadir hastalıkların gizemini çözerek bilimin mevcut sınırlarını zorlayarak önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. Bu cesur araştırmacılar, bilinmeyenin karanlık dehlizlerine ışık tutarak, daha önce tanımlanmamış hastalıkların tanı ve tedavisini mümkün kıldıkları için o nadir hastalıklarla mücadele eden birey ve ailelerince büyük bir minnetle anılırlar.
Bilinmeyen bir gerçeği ifade etmek genellikle genel kabul görmüş düşüncelerin dışına çıkmayı, bir meydan okumayı gerektirir ve bazen toplumsal eleştirilere maruz kalmayı da beraberinde getirebilir. Zaman gelir, bir Galileo gibi, Engizisyon Mahkemesi'nde yöneltilen bütün suçlamalara rağmen "Dünya, siz kabul etseniz de etmeseniz de güneşin etrafında dönmeye devam edecek!" diyebilecek cesareti gösterebilmek gerekir. Bunun bedeli, bazen Michael Servetus'in pulmoner dolaşımı keşfettiği için Engizisyon Mahkemesi tarafından sapkınlıkla veya kafirlikle suçlanıp diri diri yakılması gibi ağır olsa bile...
Zamanın ötesindeki cesur bireyler, ilerleyen zamanlarda toplumun bu anlayışa yaklaşmaya başlamasıyla anlaşılacak, takdir edilecek ve emekleri tıbbi bilginin derinliklerine yapılan cesur yolculuklar olarak tarihe geçecektir. Onların yenilikçi fikirleri ve meydan okuyucu duruşları, tıbbi bilimlerde derin izler bırakacak ve toplumun ilerlemesine katkıda bulunacaktır. Tarih boyunca, büyük değişimler ve ilerlemeler genellikle bu tür öncülerin adımlarıyla başlamıştır.
Tıp alanında öncü hekimler, titizlikleri ve derin tıbbi bilgileri ile pek çok hastalığın tanımlanması ve tedavisinde devrim yaratmışlardır. Bu hekimlerin yaptığı keskin gözlemler ve kapsamlı araştırmalar, modern tıbbın temelini oluşturmuş ve günümüzdeki tanı ve tedavi yöntemlerinin gelişimine zemin hazırlamıştır. Onların bu katkıları sayesinde, tıp bilimi sürekli olarak ilerlemekte ve daha önce çözümsüz gibi görünen sağlık sorunlarına çareler sunabilmektedir. Bu öncü ruh, gelecek nesillerin de ilham kaynağı olmaya devam edecektir.
Bölüm 2 - Pulmoner Arteriyel Hipertansiyonun Tarihçesi (1891- )
1- PAH Nedir? Ayrıntılı Bir Anlatımla
Kaynakça :
Yazan: Kamil Hamidullah
Oluşturma Tarihi: Kamil Hamidullah / EKİM 2018
Önceki güncelleme: Kamil Hamidullah / EYLÜL 2024
Son güncelleme: Kamil Hamidullah / KASIM 2024
#PulmonerHipertansiyon #DolaşımSistemi #PAHSSc