PAHSSc, Nadir Hastalıklar Gününü Destekliyor

PULMONER ARTERİYEL HİPERTANSİYONUN TARİHÇESİ - BÖLÜM 1 (MÖ. - 1891) - DOLAŞIM SİSTEMİNİN KEŞFİ

Pulmoner Arteriyel Hipertansiyonun Tarihçesi - Bölüm 1 (MÖ. - 1891)

Dolaşım Sisteminin Keşfi

 

Kalbin Göğüs Boşluğundaki Konumu - Wikimedia:

 

İnsan doğduğunda ilk nefesini alır ve öldüğünde son nefesini verir. Solunum sistemi, hayatta kalmamızı sağlamak için durmaksızın çalışır. Dakikada ortalama 12-15 kez nefes alırız. Bu, günde yaklaşık 17.000, yılda ise 6 milyondan fazla nefes anlamına gelir. Üstelik hiç ara vermeden! Her gün yaklaşık 7.500 litre hava soluruz. Eğer akciğerlerimiz sağlıklıysa, nefes alma işinin yaklaşık %80'ini diyafram gerçekleştirir. Bu miktar, orta boy bir yüzme havuzunu neredeyse dolduracak kadardır. 75  Bu basit ama hayati eylemin önemini genellikle fark etmeyiz. Ancak nefes almak zorlaştığında, nefesin hayatın kendisi olduğunu anlarız.

 

  

 

Akciğerler, diğer iç organlara kıyasla dış ortama en fazla maruz kalan ve en az korunan organdır. 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılın başında, İngiliz mühendis Thomas Savery (1650-1715)'in ilk ticari olarak kömürle çalışan buhar makinesini yapmasının ardından başlayan sanayi devrimiyle kas gücünden endüstriyel ve makine üretimine geçişle önemli teknolojik, sosyo-ekonomik ve kültürel değişimlere yol açtı. Toplumda büyük değişikliklere neden oldu. Şehirleşme, nüfus, fosil yakıt kullanımı artı. Yeni yaşam tarzları ve meslekler, bazı hastalıkların ortadan kalkmasına, bazılarının ortaya çıkmasına ve diğerlerinin değişmesine neden oldu. Ancak, bu süreç boyunca bilgi düzeyimiz sürekli olarak artmıştır. Son 200 yıl boyunca, akciğerler diğer iç organlara kıyasla en fazla dış etkiye maruz kalarak engellilik ve ölümde önemli bir rol oynamışlardır. 1 Pnömoni (zatürre), 1800'lerin sonu ve 1900'lerin başında bulaşıcı hastalıklardan kaynaklanan ölümlerin başlıca sebebiydi ve toplam ölümlerin üçüncü sırasındaydı. 2


Tıpta cerrahi, 20. yüzyılın ortalarına doğru gelişme göstermiştir. Akciğerlerin ve toraksın yapısından kaynaklanan fizyomekanik zorlukların aşılması çok uzun bir zaman almıştır. Özellikle 20.yüzyılın başlarında tüberkülozun çok önemli bir ölüm nedeni olması ve savaş cerrahisi göğüs hastalıkları ve cerrahisinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. 3 

 

PAHSSc - Sözlük PAHSSc - Ansiklopedik Bilgi

Makaleyi okurken karşılaştığınız bilemediğiniz tıbbi bilgiler için lütfen sizin için hazırladığımız, özet bilgiler için "SÖZLÜK veya ayrıntılı bilgiler içim "Pulmoner Hipertansiyonda Yer Alan Aktörlerbölümümüzü tıklayarak inceleyiniz. 

 

Modern tıp, sanayi devrimiyle birlikte kanıta dayalı bir gelişim gösterirken, tarih öncesi dönemlere ait bazı bulgular, insanlığın tıp konusundaki eski bilgilerine dair şaşırtıcı ipuçları sunmaktadır. Örneğin, eski insan kemiklerinde görülen beyin ameliyatı izleri, geçmişte sanıldığından daha ileri tıbbi uygulamaların var olabileceğini göstermektedir.

 

Yazılı tarihin başlangıcı olarak kabul edilen MÖ 3200'den günümüze kadar olan süreçte, tarihçiler insanlık tarihindeki boşlukları doldurmaya çalışmaktadır. Ancak bu çabalara rağmen, geçmişin büyük bir kısmı hala bilinmezliğini korumaktadır.

 

 

 

1850'li yıllara gelindiğinde, göğüs hastalıklarının teşhisinde hekimlerin kullanabildiği üç temel araç vardı:

 

  1. Stetoskop, Fransız doktor Rene Theophile Hyancinthe Laennec (1781-1826) tarafından 1816 yılında icat edildi. 4
  2. Spirometre, İngiliz doktor John Hutchinson (1811-1861) tarafından 1846 yılında icat edildi. 5 Ve
  3. Klinik gözlem, doktorun gözleri, elleri, burnu ve kulakları - stetoskopun yardımıyla birlikte kullanılarak gerçekleştirilirdi. Solukluk, morarma veya titreme gibi belirtileri görebilir, ancak bunların anlamını çıkaramazdı. Göğüs hareketlerini hissedebilir ve zarif bir şekilde parmaklarıyla çeşitli tonlarda sesler çıkarabilirdi, ancak vücudun içinde neler olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Anaerobların; oksijen yokluğunda yaşayabilen organizmaların kokusunu alabiliyordu ve stetoskopu anlamaktan ziyade bir bilgelik aracı olarak kullanabiliyordu. 1 

 

İlaç tedavileri bitkilerden oluşuyordu - haşhaş, söğüt kabuğu, stramonium, pelin otu - ve cerrahi becerileri çok azdı. Tüberküloz dinlenme, çeşitli diyetler ve yaşam tarzı değişiklikleriyle tedavi ediliyordu. Akut enfeksiyonlar ve ateşler, doğanın öldürme veya iyileştirme sürecini beklerken zamanı yapılandırmak ve kötü huyları gidermek için kısmen hacamatla, kanatmak veya çizmek gibi uygulamalar yapılırdı. Doktorun yaptığı şeyler daha çok zarar mı yoksa fayda mı sağladı? Onu kimse bilmiyordu. 1

 

Dolaşım Sisteminin Keşfi, Tarihçesi :

 

Kardiyovasküler sistemin (kalp merkezli dolaşım) keşfi, binlerce yıllık bir araştırma ve gelişim sürecinin ürünüdür. M.Ö. 3500 civarında Mısır'da başlayan bilgi, antik Yunan medeniyeti tarafından ilerletilmiş ve İskenderiye'de derinlemesine incelenmiştir. Ancak, Batı'da Roma İmparatorluğu'nun çöküşüyle bu bilgi gerilemiştir. Ne var ki, İslam dünyasında ve Avrupa manastırlarında korunmuş ve Avrupa üniversitelerinde anatomik çalışmaların yeniden canlanmasıyla ilerlemiştir. Yaklaşık 5100 yıllık çalışmanın ve ilerlemenin ardından, William Harvey (1578-1657), 1628 yılında kan dolaşımını keşfetmiştir. Harvey'in ifadesiyle, "Önceden var olan bilgiden kaynaklanmayan hiçbir bilim yoktur ve kökeni duyusal algıdan türetilmemiş kesin bir fikir yoktur." 10

 

Harvey'in sorduğu gibi, ya peki eğer o önceki bilgiler doğru değilse?

Fare gibi bir hayvanın göğüs boşluğunu açtığınızı ve dolaşım hakkında önceden bilgi sahibi olmadan kalbin ve kanın hareketini anlamlandırmaya çalıştığınızı hayal edin. Kalp ameliyatı sırasında kalbin hızlı hareketini gözlemleyenler, kalbin yükselip alçalırken göğüste nasıl hareket ettiğini fark edeceklerdir. Bu hareketler, kalbin kasılması (sistol) ve genişlemesi (diyastol) ile ilgilidir. Peki, diyastol pasif bir durum mudur yoksa aktif bir genişleme midir? Ayrıca, arterlerin nabız atışları gözlemlenecektir. Bu durumda, arterler mi atıyor yoksa kalp mi? Nabız atışının kalp döngüsü ile ilişkisi nedir? Atardamarların kan taşıdığını bilirken, kanın hangi yönde aktığı merak konusudur. Ancak, arteri kesmek, bu yönlü akış hakkında pek fazla ipucu sağlamaz. Dolaşım sistem açık uçlu mu, yoksa kapalı mı? Atardamarlar ve toplardamarlar arasındaki bağlantıların çıplak gözle görülemediği göz önüne alındığında, bu cevaplanması zor bir sorudur. Antik Yunanlıların kardiyovasküler sistemin yapısı ve işlevi hakkında hiçbir ön bilgisi yoktu. Daha da kötüsü, 1600'lere gelindiğinde araştırmacılar yanlış ön bilgilerle çalışıyorlardı. Literatürde (tıbbi kaynaklarda) kan dolaşımını görmek mümkün değildir. Bu nedenle, biyomedikal tarihinde bir dönüm noktası olan keşfi, William Harvey'in öncülük ettiği gibi akıllı deneysel yaklaşımlarla çıkarım yapmaya bağlıydı. 10

 

Nefes ve ruh arasında bir ilişki kurulmuştu. İlk nefeste ruh bedene girerken, son nefeste ise bedeni terk ediyordu. Antik Mısır'da (MÖ 3500), kalp, vücut boyunca dağılmış bir kanal sisteminin merkezi bir öğesi olarak kabul ediliyordu. Bu kanallar, kanı, dışkıyı, meniyi, iyi ve kötü ruhları ve hatta ruhu taşıyordu. Mısırlılar yanlış bir şekilde, bu unsurların beyinden gelen (muhtemelen aort) bir damarla (alıcı damar) kalple bağlantılı olduğuna inanıyorlardı. İkinci bir toplayıcı damarın da anüs bölgesinde bulunduğuna inanıyorlardı. 11 

 

 

 

1- İmhotep - Yazılı Tarihte İsmen Bilinen İlk Doktor

 

M.Ö. 2700

 

Eski Mısır'da, adıyla tanınan en eski hekim İmhotep'tir. İsminin anlamı "barış içinde olan"dır. İmhotep, Eski Krallık'ın Üçüncü Hanedanlığı döneminde yaşamıştır ve Firavun Djoser'in M.Ö. 2667-2648 yılları arasında veziri, başrahibi, baş inşaatçısı ve marangozu olarak görev yapmıştır. Belli ki İmhotep, Yunanlıların onu döner, dolma ve baklavaya yaptıkları gibi Asklepios ile özdeşleştirmiş olabilecekleri, yahudilerin de kutsal metinlerinde yer alan Yusuf ile benzerlikler taşıyan bir figür olabileceği konusunda tartıştıkları evrensel bir simge, Mısırlı bir bilge ve katipti. Birçok icatla tanındı. İmhotep, eski Mısır başkenti Memphis yakınlarındaki Saqqara'da bulunan ünlü Djoser Basamaklı Piramidi'nin tasarımı ve inşası ile tanınır. Bu yapı, Mısır'ın ilk piramididir ve mimari tarihinde önemli bir dönüm noktasını temsil eder. Baş rahip olarak Imhotep'in zamanında ülkenin başhekimi olarak da görev yaptığına inanılıyor. Basamaklı Piramit'in kurucusu ve bir doktor olarak, bu büyük projede yer alan binlerce işçinin tıbbi bakımını da üstlenmek zorunda kaldı. Ayrıca Mısır tıbbının kurucusu ve çeşitli yaralanmaların özellikleri ve tedavisinin ayrıntılı, doğru kaydını içeren 48 örnek klinik kayıttan oluşan bir koleksiyon içeren Edwin Smith Papirüsü'nün yazarı olarak da kabul edilir. Bu nedenle, eski Mısır'ın ismen bilinen ilk doktoru ve aynı zamanda dünyanın yazılı tarihinde ismen bilinen ilk doktoru olarak ortaya çıkar. 13 


Eski Mısır tıbbının merkezinde İmhotep vardı. 19 İmhotep, Mısır halkı tarafından "iyileştirmenin mucidi" olarak kabul edildiği için ölümünden sonra yarı tanrı olarak tapınıldı ve 2000 yıl sonra iyileşme ve tıp tanrısı olarak konumlandırıldı. Kültü, Yunan-Roma döneminde doruğa ulaştı 13 ve Ptolemaios Dönemi'nde Yunanlılar eşsiz öncü tıbbi becerileri nedeniyle onu, tıpkı dönere, dolmaya ve baklavaya yaptıkları gibi kendi tıp tanrıları Asklepios olarak tanımladılar. 19 

 

Imhotep'in yaşamı boyunca tüberküloz, apandisit, gut, safra kesesi taşları ve artrit dahil olmak üzere 200'den fazla hastalığı teşhis ettiği ve tedavi ettiği düşünülüyor. Ayrıca ameliyat yaptı ve Memphis'te ilk Tıp okulunu kurmuş olabileceği düşünülüyor. Imhotep 4500 yıl önce ve Hipokrat'ın doğumundan 2000 yıl önce, tıp mesleğinin temellerini atan doğuştan halktan biri olarak kabul ediliyor. Onun mirası, sonraki büyük medeniyetleri etkiledi ve İmhotep olmadan bugünkü tıp dünyasının var olmayabileceği düşünülüyor. 22

 

Firavunlardan bile daha büyük şöhret kazanmış İmhotep, Amenhotep'in yanı sıra tam tanrılaştırma onuruna ulaşan tek Mısırlı ölümlüdür. 19. yüzyılda Osler-Rendu-Weber hastalığını tanımlayan Dr William Osler, onu "antik çağın sislerinden belirgin bir şekilde ortaya çıkan ilk doktor" olarak nitelendirdi. 16 Kayıtlı tarihteki ilk mimar, mühendis kısaca bilim adamıdır.  Mısır'ın ilk piramidini tasarlardı. İmhotep, insanlık tarihinin ilk çok yönlü dehası olarak kabul edilir. Halefi Leonardo da Vinci gibi, farklı alanlarda büyük başarılar elde etmiştir.

 

Not:

1- Reçete

 

Eski Mısır'da, "Horus'un Gözü (Udjat)" adı verilen sembol, sağlığı korumak ve hastalıklardan korunmak için önemli bir rol oynamıştır. Roma'da da benimsenmiş latince Rx harfleriyle ifade edilmiş ve reçetinin (ingilizce: prescription) latincesi "recipe" kelimesinin kısaltması olarak eczacıya veya hastaya belirli malzemeleri veya ilaçları almasını söylemek için kullanılmıştır. Ortaçağ'da "Rx" sembolü daha da stilize hale gelmiş ve günümüzdeki tanıdık görünümüne ulaşmıştır. Bu sembol, artık doktorların önerdiği ilaç veya tedaviyi göstermek için evrensel olarak kullanılmaktadır. 18

 

2- Kimya

 

Eski Mısır'da, "kēme" (kimya) kelimesi, "kara toprak" anlamına gelirken, "Khem" terimi, Nil'in yıllık taşkınlarının ardından geri çekilmesiyle ortaya çıkan verimli siyah silti ifade ediyordu. Bu nedenle, "Khem", Siyah Toprak olarak biliniyordu. Aynı zamanda, Mısır kadınlarının kullandığı siyah kozmetik malzemesine de atıfta bulunan bu terim, antik Mısır'da altın ve gümüş yapımıyla ilgili olan "chemeia" kelimesine dayanarak kimya kelimesine yol açmış olabilir. Kimya kelimesi, Mısır'ın eski adı olan Khemi'den türetilmiş ve Avrupa dillerinde simya anlamına gelen "alchemy" ya da "al-khemia" olarak Araplardan geçer. Arapça kökenli "al-kīmiya" kelimesi, "Mısır" veya "Mısır bilimi" anlamına gelen ve ayrıca "Mısır siyah sanatları" lakabı olarak da kullanılan Kıpti kelimesinden ödünç alınarak türetilmiştir. "Egypt" adı, antik Mısır adı olan "Hwt-Ka-Ptah (Ptah'ın Ruhunun Konutu)"ın Yunanca telaffuzu olan "Aegyptos"tan gelir. Eski Mısırlılar, ülkelerini "Kara Ülke" anlamına gelen Keme olarak adlandırırlardı. Daha sonraları ise, Mısırlılar tarafından günümüzde de uluslar için kullanılan bir isim olan "ülke" anlamına gelen Mısr olarak bilinmeye başladı. Örneğin İmhotep, firavundan sonra Khemi'nin ikinci komutanıdır. 1661 yılında Boyle, alchemy teriminden "al" ön eki kaldırarak sadece "kimya" kelimesini kullanmış ve bu kullanım genel kabul görmüştür. 20,21,23 

 

3- Ölüler kitabından bir pasaj 

 

Doğru adı aslında Güne Geliş Kitabı'dır. (yeniden diriliş) " Sen göklerin efendisi, yerin efendisi, yükseklerde yaşayanların ve derinliklerde yaşayanların yaratıcısısın. Sen zamanın başlangıcında var olan Tek Tanrısın. Sen göksel bir biçimle taçlandırılmışsın, Tek'sin... Ey sen kudretli genç, sen sonsuz oğul, kendini doğuran, ey sen kudretli Bir, sayısız biçimler ve yönler, dünyanın kralı, Annu Prensi, sonsuzluğun efendisi ve ebediyetin hükümdarı... Sen bilinmezsin ve dışarıda aranabilirsin....; sen Tek'sin....". 19 

 

 

Edwin Smith Papirüsü

 

M.Ö. 1600  Edwin Smith papirüsünde tıbbi prosedür, objektif bir muayene süreciyle başlar. Bu süreç, görsel ve koku alma ipuçlarını, palpasyonu ve nabzın alınmasını içerir. Muayeneyi takiben, doktor hastanın hayatta kalma şansını değerlendirir ve üç olası teşhisten birini koyar: "Tedavi edilebilir bir hastalık", "Mücadele edilebilir bir hastalık" veya "Tedavi edilmemesi gereken bir hastalık". Son olarak, tedavi seçenekleri sunulur. Edwin Smith Papirüsü, cerrahi konusunda dünyanın hayatta kalan en eski ders kitabı olan tıbbi bir belgedir. MÖ 1600 civarında yaratıldı, ancak yazının dikkatli bir şekilde incelenmesi, belgenin yalnızca MÖ 3000-2500 civarında yazıldığına inanılan daha eski bir tıbbi incelemenin bir kopyası olduğunu ortaya koyuyor. 14 Edwin Smith papirüsü, 4.68 metre veya 15.3 fit uzunluğunda bir parşömendir. Recto (ön taraf) 17 sütunda 377 satıra sahipken, verso (arka taraf) beş sütunda 92 satıra sahiptir. Sağdan sola, hiyerogliflerin Mısır el yazısı biçimi olan hiyeratikte, siyah mürekkeple ve kırmızı mürekkeple açıklayıcı parıltılarla yazılmıştır. 

 

 

 

Edwin Smith Papirüsü aynı zamanda kafatası sütürleri, beyin zarları, beynin dış yüzeyi, beyin omurilik sıvısı ve kafa içi titreşimlerin bilinen ilk tanımlarını içerir. "Beyin" kelimesi herhangi bir dilde ilk kez geçmektedir.

 

 

Ebers Papirusu

 

M.Ö. 1550 Ebers Papirüsü, M.Ö. 1550'lere kadar uzanan ve eski Mısır'dan kalan nadir tıbbi belgelerden biridir. Yaklaşık 20.23 metre uzunluğunda ve 30 santimetre yüksekliğindedir ve 110 sayfadan oluşur. Diğer eski Mısır tıbbi papirüslerinden çok daha uzun bir belgedir ve eski Mısır tıbbının en kapsamlı kayıtlarını içerir. 12 Ancak MÖ 3400'ün önceki metinlerinden bir kopya olduğuna inanılıyor. Sağdan sola, hiyerogliflerin Mısır el yazısı biçimi olan hiyeratikte, siyah mürekkeple ve kırmızı mürekkeple açıklayıcı parıltılarla yazılmıştır.

 

Dolaşım sistemi hakkında bilinen en eski yazılar, hem fiziksel hem de ruhsal 700'den fazla reçete ve ilaç içeren eski bir Mısır tıbbi papirüsü olan Ebers Papirüsü'nde (MÖ 16. yüzyıl) bulunur. Papirüste, kalbin atardamarlara bağlantısını kabul eder. Mısırlılar havanın ağızdan akciğerlere ve kalbe girdiğini düşünüyorlardı. Kalpten gelen hava, arterler yoluyla her üyeye gitti. Dolaşım sisteminin bu kavramı sadece kısmen doğru olsa da, bilimsel düşüncenin en eski açıklamalarından birini temsil eder. 6

 

Eski Mısırlılar, kalp kapakçıklarını ilk gözlemleyenlerdi ve kan akışını kontrol etmedeki işlevlerine dikkat çektiler. Kapakçıkların kalbin nabız hareketini oluşturmaktan sorumlu olduğuna inanıyorlardı. 29 

 

Gerek savaşlar, gerek kazalarla pek çok kez kadim bilgilerin saklandığı kütüphaneler yangınlarda hasar görmüştür. Örneğin M.Ö. 48'de, Sezar'ın İskenderiye'deki kuşatmasında, düşman gemilerinin limanlara yaklaşmasını önlemek için gemileri yaktırmasıyla, Stoacı filozof Genç Seneca, Livy'nin Ab Urbe Condita Libri eserinden alıntı yaparak, Sezar'ın başlattığı yangının İskenderiye Kütüphanesi'nde 40.000 parşömeni yok ettiğini belirtiyor. 30

 

Bunun yanı sıra Mısır halkı kalp atışı ile periferik nabız (cildin altından hissedilen nabız) arasındaki ilişkiyi bilmelerine rağmen, metu elemanlarının (vücut sıvılarının) vücutta nasıl dağıldığına ilişkin bilgiyi kalp kuvvetine bağlamamışlardı. Aslında, nabızın hissedilmesinin, kanallardaki hava varlığının bir sonucu olduğuna inanılıyordu. Ayrıca, metu elemanlarının vücut boyunca gelip gittiğine inanılıyordu. Mısırlılar, otopsiyi düzenli bir şekilde gerçekleştirmediler ve diseksiyonu (kesip biçerek incelemeyi) tıbbi eğitimde kullanmadılar. Bu nedenle kardiyovasküler sistemle ilgili anatomofizyolojik özelliklerinin (vücut yapısını hem yapısal hem de işlevsel açıdan incelenmesi yaklaşımı) anlayışını daha da ileri götürememişlerdir. Bununla birlikte, Mısırlılar, kalp atışını periferik nabızla ilişkilendiren ve hava ile kardiyovasküler sistemi ilişkilendiren ilk toplum olmuşlardırı. 11 

  

 

Eğer Scotty bizi Vezir İmhotep'un dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:

 

Vezir İmhotep, PAH ile ilgili şikayetlerimizi piramit inşaatından kaçmak için uydurulmuş bir bahane olarak görebilir ve "Hasta değilsiniz, biraz çöl güneşi ve piramit inşaatı size iyi gelecek" diyerek bizi inşaata gönderebilirdi.

 

 

Yunanistan Dönemi

 

Yunanistan'da 7. yüzyıl civarında, Aristoteles (M.Ö. 384-322)'ten önceki filozoflar, insan vücudunun yapısı ve işleyişi hakkında merak uyandırdılar. Bunlardan en ünlüsü Miletoslu Thales (M.Ö. 624-546)'ti. Tıp okulları, 5. yüzyılda filozoflarla birlikte ortaya çıktı. Kroton tıp okulundan Alkmaion (M.Ö. 520-450), deneysel gözlemlerden anatomik bilgi üreten ilk kişiydi. Kurguladıkları dolaşım sisteminde Venöz ve arteriyel sistemlerin farklı olduğunu düşünmüşler, kalbin kardiyovasküler sistemdeki rolünü tanımlayamamışlar ve anatomik detayları hakkında bilgi sağlayamamışlardı. Kanla dolu etli tüplerin var olduğunu ve bunların ciltte hava alışverişini sağladığını, akciğer solunumuyla da burundan yaşam enerjisi alındığını düşünmüşlerdi. 11 

 

 

ASKLEPİOS, (Aesculapius):  

 

2- Asklepios, (Aesculapius/Imhotep)

 

M.Ö. 800 Asklepios, Antik Yunan'ın Şifa ve Tıp Tanrısı

 

Tıp tarihinin ilk büyük isimlerinden biri olarak kabul edilen ve Mısırlılar tarafından tanrılaştırılan, yazılı tarihin bilinen ilk doktoru İmhotep, Yunanlılar tarafından binlerce yıl sonra, Türk mutfağındaki baklava, dolma ve döner gibi yemeklerin sahiplenilmesine benzer bir şekilde, kendi şifa tanrıları olarak Asklepios ya da Aesculapius adıyla benimsenmiştir. 13

Tıbbın insanlıkla birlikte geliştiği düşünülse de, İmhotep (Asklepios) bu alanda öncü bir rol oynamıştır. Homeros'un M.Ö. 800 yılında yazdığı düşünülen İlyada'da, yazılı metinlerde ilk kez Asklepios'tan bahsedilir. İlyada'da şöyle geçer: "Çağırın Asklepios'un oğullarını, kusursuz hekimleri." Bu, Asklepios'un kendisinden değil, oğulları Makhaon ve Podaleirios'tan bahsetmektedir. 76 Asklepios'un Kolhis ve Truva'ya yapılan askeri seferleri takip eden yetenekli bir savaş cerrahı olduğu düşünülmektedir. 77 Mitolojiye göre, Asklepios başlangıçta ölümlü bir prens ve hekim olarak doğmuştur. Ancak ölüleri diriltme yeteneği nedeniyle Zeus'un gazabına uğrayarak yıldırım çarpması sonucu ölmüştür. Asklepios, daha sonra yine Zeus tarafından tıp tanrısı olarak ilan edilmiştir. 3

Tıp amblemlerinde yer alan, temeli doğu kültürüne dayanan ve tarihi M.Ö. 3000'lere uzanan yılan figürü, Asklepios ve onun asası ile özdeşleşmiştir. Asklepios sözcüğünün Grekçe "Askalabos" kelimesinden geldiği ve bu kelimenin yılan anlamına geldiği söylenir. Asklepios'un şifa veren gücünü yılandan aldığı ve halkın adaklarını Asklepios'a değil, bu yılana sunduğu iddia edilir. 4,26

 

Sonuç olarak, yılanlı asasıyla Asklepios, tıp tarihinin önemli dönemeçlerinden birinde sembolik bir figür olarak yerini almıştır. Mitolojik bir figür olduğu için yaşadığı kesin bir dönemden bahsetmek mümkün değildir, ancak kültünün kökenleri muhtemelen MÖ 8. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Asklepios kültü, MÖ 5. ve 4. yüzyıllarda Yunan dünyasında hızla yayılmış, Helenistik ve Roma dönemlerinde (yaklaşık MÖ 323 - MS 400) doruk noktasına ulaşmıştır. Mitolojide Apollo'nun oğlu ve kentaur Kheiron'un öğrencisi olarak geçen Asklepios'un adına kurulan tapınaklar (Asklepionlar), Yunanistan'dan başlayarak tüm Akdeniz havzasına yayılmıştır. En ünlü Asklepionlar Epidauros, Kos, Pergamon ve Roma'da bulunuyordu. Elinde yılanlı bir asa ile tasvir edilen Asklepios'un bu sembolü, günümüzde modern tıbbın sembolü haline gelmiştir. Asklepios kültü, Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu'nda resmi din olmasıyla birlikte önemini yitirmeye başlamış olsa da, onun adına kurulan sağlık merkezleri antik dünyada tıp uygulamalarının önemli merkezleri olmuş ve modern tıbbın temellerinin atılmasında rol oynamıştır. 3

 

 

Eğer Scotty bizi Asklepios'un dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:

 

"Bu hasta, sanki Olimpos Dağı'na tırmanıyormuş gibi nefes alıyor. Kalbi, bir centaurun koşusu gibi, Zeus'un Olimpos'tan fırlattığı şimşekler kadar hızlı! Eğer tanrıların parmağı varsa, Hades’in nefesini çaldığı kesin."

 

HİPOKRAT, (Hippocrates; MÖ. 460-355) 

  

3- Hipokrat, (Hippocrates; MÖ. 460-370)

 

M.Ö. 400 Hipokrat, Tıbbın Babası ve Yazılı Tarihteki İlk Göğüs Cerrahı

 

Hipokrat, modern tıbbın kurucusu olarak kabul edilir. M.Ö. 460-370 yılları arasında Yunanistan'ın Kos adasında doğmuştur. Hipokrat, hekim olan babası Heraklides'in izinden giderek tıp alanında çalışmaya başladı ve tıbba yeni bir bakış açısı kazandırdı. 24

 

  1. Tıbba felsefi bir yaklaşım getirdi.
  2. Hastalıkları sistematik olarak sınıflandırdı.
  3. Humoral teoriyi (vücut sıvıları dengesi teorisi) geliştirdi.
  4. Prognoz ve klinik gözlem yöntemlerini kullanmaya başladı.
  5. Tıbbı, büyü ve dini inanışlardan ayırarak bağımsız bir bilim dalı haline getirdi.

 

Not: Humoral teori; İnsan vücudu kan, balgam, sarı safra ve siyah safra içerir. Bu maddeler vücudun yapısını oluşturur ve sağlık ile hastalık arasındaki dengeyi belirler. Sağlık, bu bileşen maddelerin doğru oranda, hem güç hem de miktar olarak, birbirlerine karıştığı ve dengelendiği durumdur. Ağrılar, bu maddelerden birinin eksikliği veya fazlalığı, ya da vücutta diğerlerinden ayrılarak karışmaması durumunda ortaya çıkar. Vücut, dengeli bir kombinasyona sahip olduğunda iyi sağlık durumunu korur. Bu mizah miktarının doğru olması sağlık için önemlidir. Hastalıkların patofizyolojisi ise genellikle mizah miktarındaki fazlalıklar veya eksikliklerden kaynaklanır. 25 O dönemde mikroplar ve virüsler henüz bilinmiyordu, dolayısıyla güncel anatomik bilgilerden oldukça uzak olan bu yaklaşım, 9  belki biyokimya için kabaca ilk adım olarak kabul edilebilir. 25

 

Hipokrat'ın kurduğu tıp okulu, antik Yunan tıbbında devrim yaratarak tıbbı ayrı bir meslek ve bilim dalı olarak tanımladı; sadece bir tedavi yöntemi olmaktan çıkarıp sistematik ve etik temellere dayandırdı, bu nedenle Hipokrat "tıbbın babası" olarak anılmaktadır. 24,26 

 

Hipokrat'ın tıp alanına getirdiği yenilikçi yaklaşımlar ve önemli katkılar özetle şunlardır:

 

  • Hipokrat, hastalıkların doğal nedenlerden kaynaklandığını savunan ilk kişi olarak bilinir. O, batıl inançları ve tanrıları hastalıkların nedeni olmaktan çıkararak, tıbbın bilimsel temellere oturmasında önemli bir rol oynadı. 24

 

  • Hastalıkları sınıflandırmada öncü olan Hipokrat, hastalıkları akut, kronik, endemik ve salgın olarak ayırdı. Ayrıca hastalık süreçlerini tanımlamak için "alevlenme, nüksetme, çözülme, kriz, paroksizm, zirve ve iyileşme" gibi terimleri kullandı. Bu terminoloji, modern tıbbın temellerini oluşturdu. 24

 

  • Hipokrat, aynı zamanda ilk belgelenmiş göğüs cerrahıydı. Göğüs duvarı apsesini boşaltmak için kurşun borular kullanması gibi teknikleri, zamanına göre ilkel sayılsa da, günümüz tıbbında hala geçerliliğini koruyan prensiplere dayanmaktadır. 24

 

Hipokrat, özellikle göğüs hastalıkları konusunda önemli çalışmalar yapmıştır:

 

  • Ampiyemi (akciğer ve göğüs duvarı arasındaki iltihaplı sıvı birikimi) teşhis edebiliyordu.
  • İğnelerle ponksiyon (vücuttaki boşluktan veya organa iğne ile girilerek sıvı örneği alınması) yaparak toraks içindeki sıvıyı boşaltabiliyordu.
  • Plevrası kalınlaşmış ve pnömotoraks gelişmeyen hastalarda tedavi uygulayabiliyordu.
  • İltihabın sıvı özelliklerine bakarak hastalığın seyri hakkında fikir yürütebiliyordu.

 

Hipokrat, "Aforizmalar" adlı eserinde iltihabın sıvı özelliklerine göre prognoz hakkında şöyle yazmıştır: "Ampiyem açıldığında irin soluk ve beyazsa hasta hayatta kalır, ancak kanla karışık, bulanık ve kötü kokulu ise ölür." 78,79,81

 

Ayrıca, çomak parmak gibi bazı semptomları da tanımlamış, 24 sklerodermanın da ilk bulgularını ortaya koymuştu27

 

Çomak parmak olarak bilinen tırnakların bombeleşmesi, ilk olarak Hipokrat tarafından tanımlanmış ve "Hipokratik parmaklar" olarak da adlandırılmıştır. Bu durum, tırnak plağı ile tırnak kıvrımı arasındaki açının 180 derecenin üzerine çıkmasıyla ortaya çıkar, tırnağın normalden daha yuvarlak ve kubbeli bir görünüm kazanmasına neden olur. Çomak parmak genellikle el ve ayaklarda çift taraflı olarak görülse de, tek taraflı olarak da ortaya çıkabilir. Tırnak plağının yatay ve dikey eğimlerinin artmasıyla saat camına benzer konveks bir görünüm kazanması, çomak parmak belirtisinin gözle görülür bir özelliğidir. Ayrıca, tırnak kenarındaki yumuşak dokuda da kalınlaşma ve şişme mevcuttur. Çomak parmak, çoğunlukla kalp ve akciğerler olmak üzere bir dizi hastalıkla ilişkil kabul edilir. Bu nedenle, pek çok hastalığın tarihsel seyrinde bu belirtiyi ilk tanımlayan Hipokrat'a bir selam niteliğinde atıfta bulunulur72

 

Günümüzde bile Hipokrat'ın tıbbi görüşleri ve felsefesi değerini korumaktadır. Bu nedenle, birçok ülkede yeni mezun olan hekimler "Hipokrat Andı" adı verilen bir yemin ederler. Bu ant, hekimlerin etik değerlerini ve mesleki sorumluluklarını hatırlatır.

 

Hipokrat'ın öncülüğündeki Kos Okulu, tıbbın mantıksal temellere oturtulmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu okulun üyelerine atfedilen "Kalp Üzerine" adlı kitap, Dolaşım Sistemi, özellikle de Kalp ve Damar Sistemi (kardiyovasküler sistem, KDS) hakkında önemli bilgiler içermektedir. 11 

 

Bu kitapta, kalbin anatomik özellikleri ilk kez detaylı olarak açıklanmış ve KDS'nin vücuttaki yaşamsal önemi vurgulanmıştır. Yazarlar, kalbi şu şekilde tanımlamışlardır: 11

 

  1. Piramidal bir şekle sahiptir.
  2. Kırmızı renktedir.
  3. İçsel elektrik aktivitesi vardır.

 

Kitaba göre, akciğerler kalbi aşırı ısınmaktan korumak için kalbin etrafını sarmış ve göğüs kafesinde konumlanmıştır. 11

 

Beslenme açısından ise ilginç bir teori öne sürülmüştür: Vücudun geri kalanı damarlar aracılığıyla kanla beslenirken, kalbin kendisini kan diyalizi sırasında oluşan saf maddeden beslediği düşünülmüştür. 11

 

Bu bilgiler, o dönemdeki tıbbi anlayışı yansıtmakta ve kardiyovasküler sistem hakkındaki ilk sistematik çalışmaların temelini oluşturmaktadır. 11 

   

Hipokrat Yemini: Orjinal Hipokrat Yemini'nin Türkçeye çevrilmiş hali aşağıdaki gibidir: 

"Hekim ApollonAsklepios, HygieiaPanacea üzerine ve bütün Tanrı ve Tanrıçaların huzurunda yemin ederim ki, yeteneğim ve gücüm elverdiğince bu and ve sözleri tutacağım:

Bu sanatta hocamı, babam gibi tanıyacağım, rızkımı onunla paylaşacağım, ihtiyacı olursa kesemi onunla bölüşeceğim, çocuklarına kardeşim gibi bakacağım ve öğrenmek isterlerse bu sanatı ücretsiz öğreteceğim; ilaç reçetelerini, şifai bilgileri ve diğer bilgileri sadece ve sadece kendi evlâtlarıma, hocamın çocuklarına ve hekimlik kurallarına uygun sözleşmeyle bağlı ve and içmişlere öğreteceğim.

Yeteneğim ve hâkimiyetim ölçüsünde hastalarımın iyiliği için tedaviler önereceğim ve asla kimseye zarar vermeyeceğim.

İsteyen hiç kimseye öldürücü bir eczayı ne vereceğim ne de bunu tavsiye edeceğim; benzer şekilde, bir gebe kadına çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim.

Hayatımın ve sanatımın saflığını koruyacağım.

İç organlarındaki taşı keserek almayı, hastalığı çok açık olan hastalarda bile, işin ehli olan (cerrah)lara bırakacağım.

Hangi eve girersem gireyim, bütün kasıtlı kötülük ve suistimallerden ve özellikle de ister hür ister köle olsun erkek ve kadınların vücudunu kötüye kullanmaktan kaçınarak, sadece hastaya yardım için gireceğim.

Gerek sanatımın icrası sırasında gerekse insanlarla gündelik ilişkideyken edindiğim bilgileri ortalığa saçmayacağım, bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım.

Bu yemine sadık kalırsam hayatımı ve mesleki uygulamalarımı insanların tümünden ve her zaman saygı görerek mutlulukla sürdüreyim, ama ona ihanet eder ya da çiğnersem tam tersini yaşayayım." 81

 

Günümüzdeki Hekimlik Andı: 

Dünya Tabipler Birliği Cenevre Bildirgesi

 

"Hekimlik mesleğinin bir üyesi olarak;

Yaşamımı insanlığın hizmetine adayacağıma,

Hastamın sağlığına ve esenliğine her zaman öncelik vereceğime,

Hastamın özerkliğine ve onuruna saygı göstereceğime,

İnsan yaşamına en üst düzeyde saygı göstereceğime,

Görevimle hastam arasına; yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet,

politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin

girmesine izin vermeyeceğime,

Hastamın bana açtığı sırları, yaşamını yitirdikten sonra bile gizli tutacağıma,

Mesleğimi vicdanımla, onurumla ve iyi hekimlik ilkelerini gözeterek uygulayacağıma,

Hekimlik mesleğinin onurunu ve saygın geleneklerini bütün gücümle koruyup geliştireceğime,

Mesleğimi bana öğretenlere, meslektaşlarıma ve öğrencilerime hak ettikleri saygıyı ve

minnettarlığı göstereceğime,

Tıbbi bilgimi hastaların yararı ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için paylaşacağıma,

Hizmeti en yüksek düzeyde sunabilmek için kendi sağlığımı, esenliğimi ve mesleki yetkinliğimi

korumaya dikkat edeceğime,

Tehdit ediliyor olsam bile, tıbbi bilgimi, insan haklarını ve bireysel özgürlükleri çiğnemek için

kullanmayacağıma,

Kararlılıkla, özgürce ve onurum üzerine,

Ant içerim." 82

 

M.Ö. 400'lü yıllarda, Hipokrat'ın "Boğaz iltihabı geçiren kişilerin, hastalığın akciğerlere yönelmesi durumunda yedi gün içinde hayatlarını kaybettiği, ancak bu günleri sağ salim atlatan kişilerde ise ampiyem (plevra boşluğunda irin birikmesi) oluştuğu" yönündeki aforizması oldukça önemli bir tespitti. Bu dönemde boğaz enfeksiyonları, ciddi seyirli ve sıklıkla hayatı tehdit eden durumlar olarak kabul ediliyordu. 42

 

 

Eğer Scotty bizi Hipokrat'ın dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:

 

O dönemde Hipokrat, basit bir boğaz iltihabının akciğerlere ilerleyip yedi gün içinde ölümle sonuçlanabileceğini tespit etmişti.

 

“Ey Atinalı, parmak uçlarındaki bombelenmeler, nefes darlığı ve yorgunluğun, vücudundaki humoral dengenin (kan, balgam, sarı safra ve kara safra) bozulmasından kaynaklanıyor olabilir. Akciğer sağlığına da dikkat et. Unutma, yiyecekler şifadır ve şifa da yiyeceklerindedir. Bol bol zeytin ve üzüm ye; bunlar kanını temizler ve nefesini rahatlatır.”

 

Herophilos (M.Ö. 335-280)

 

4- Herofilus (Herophilos, M.Ö. 335-280)

 

M.Ö. 300 Herofilus, İlk Anatomist ve Otopsi Uzmanı

 

Herofilus (Herophilos, M.Ö. 335-280), İstanbul'un Kadıköy (Chalcedon) semtinde doğmuş ve İskenderiye Tıp Okulu'nun kurucularından biri olarak bilinir. Önemli bir Antik Yunan hekimi olan Herophilus, insan kadavralarını anatomik incelemelerde ilk kullanan kişi olarak tanınır ve bu nedenle "ilk anatomist" ve "otopsi uzmanı" olarak kabul edilir. 83,31

 

Herofilus, insan kadavraları üzerinde sistematik anatomik incelemeler yaparak "teşrih (otopsi)" tekniğini geliştiren ilk hekimdir. Her organ ve işlevsel bölüm için isimlendirme yapmış, bu isimler bugün hala anatomide kullanılmaktadır. Beynin detaylı bir tanımını yaparak cerebrum (beyin) ve cerebellum (beyincik) arasındaki farkları, meninksleri (beyin zarları), tendonlar ve sinirlerin farkını, gözün ve sinirlerinin tamamını, hassasiyetini, fonksiyonlarını, retina'yı (amphiblestrocides olarak adlandırır), vasküler sistemin tanımını vermiştir. Duodenum, onikiparmak bağırsağı (dodekadaktylos = on iki parmak) deyimi onundur ve bu ismi on iki parmak genişliğinde olduğu için vermiştir. Karaciğerin tanımı, pankreas, prostat (Yunanca terimi adenoeideis prostatai: önde duran guddeler anlamındadır), cinsiyet organları da incelemeleri arasındadır. Organizmayı besleme, vücut ısısını sağlama, idrak ve düşünce olmak üzere dört güç kontrol eder ve bu güçlerin sırasıyla karaciğer, kalp, sinir ve beyin tarafından sağlandığını belirtmiştir. 7  Aynı zamanda bir öğretmen olan Herofilus, kalpten atardamarlardan kan akışını araştıran "Nabız Üzerine" adlı kitabından, doğum süresini ve aşamalarını tartışan "Ebelik" adlı kitabına kadar en az dokuz metnin yazarıydı. Eserleri kayıptır, ancak M.S. ikinci yüzyılda Galen tarafından çok alıntılanmıştır. 31


Erken çağlarda, insan kadavraları üzerinde diseksiyon yapmak (yani kesip biçerek inceleme) yasak olduğu için, Yunanlar genellikle hayvan anatomisiyle ilgileniyorlardı. Herofilus ve asistanı Erasistratus (M.Ö. 310-250), 8 İskenderiye (Mısır) Tıp Okulu'nun kurucuları olarak bilinirler ve bu okul, o dönemde insan kadavraları üzerinde diseksiyon yapma iznine sahip tek yerdi. İkili, kadavra diseksiyonlarının yanı sıra, yaklaşık 600 mahkum üzerinde canlı diseksiyonlar da yapmışlardır. 9

 

Herofilus, tıp alanında çığır açan çalışmalar yapan öncü bir bilim insanıydı. İnsan kadavraları üzerinde yaptığı sistematik incelemeler, tıpta deneysel yöntemlerin önemini vurgulayan bir yaklaşımın temelini attı. Bu çalışmalar, dönemin yaygın inanışlarını sorgulamasına ve tıbbi bilginin deneysel yöntemlerle doğrulanması gerektiğini savunmasına yol açtı. Zamanın geleneksel tıbbının, safra, kara safra, balgam ve kan arasındaki dengesizliğin hastalıklara yol açtığını savunan dört mizah teorisi olan "Humoral Teori"nin (vücut sıvıları dengesi teorisi) hakim olduğu bir dönemde, Herofilus, damarların kan, hava ve su karışımıyla dolu olduğuna dair yaygın inancın aksine, atardamarlar (arterler) ve toplardamarların (venler) farklı yapılar olduğunu ve her ikisinin de kan taşıdığını keşfetmiştir. Atardamarların toplardamarlardan altı kat daha sık olduğunu, kan içerdiğini ve ölümden sonra boşalıp yassılaştığını gözlemlemiştir. Atardamarların ritmik atışlar yaptığını ve nabzın bu atışlardan kaynaklandığını ortaya koymuştur. Nabzı ölçmek için su saati kullanarak standartlar geliştirmiş ve bu yöntemi hastalıkların teşhisinde kullanmıştır. Ayrıca, Herofilus kalp kapakçıklarını yeniden keşfetmiş, ancak bu kapakçıkların işlevini henüz tam olarak anlayamamıştır. 31,7


Herofilus'un sinir sistemi üzerine yaptığı çalışmalar da dikkat çekiciydi. Kafatası incelemelerinde "calamus scriptorius" adını verdiği bir yapıyı keşfetti ve bunun insan ruhunun merkezi olduğunu düşündü. Sinirler ile kan damarları arasındaki farkı ortaya koydu ve hareket ettirici (motor) ile hissettirici (duyu) sinirleri ayırt etti. Tüm sinirlerin beyinden çıktığını ileri sürdü. 31

 

Herofilus, "pneuma" adını verdiği özel bir maddenin vücutta dolaştığına inanıyordu. Eski Yunan tıbbında "yaşam enerjisi" olarak düşünülen pneumanın, kan ile birlikte atardamarlarda dolaştığını ve sinir iletiminde rol oynadığını düşünüyordu. Dönemin "dört sıvı teorisi" ile kendi gözlemlerini birleştirerek, hastalıkların oluşumunu vücut sıvılarındaki dengesizliğin pneumanın beyne ulaşmasını engellemesiyle açıkladı. 31

 

Herofilus'un çalışmaları, dolaşım sistemi hakkındaki bilgilerimizi önemli ölçüde ilerletmiş ve tıbbın deneysel temellere dayandırılmasının gerekliliğini vurgulamıştır. Bu yaklaşım, modern tıbbın gelişiminde önemli bir dönüm noktası olmuştur. 

 

İnsan anatomisi hakkında bilgi edinmek amacıyla yapılan diseksiyon, Herophilos'un ölümünden 1600 yıldan fazla bir süre sonra, erken modern zamanlarda Andreas Vesalius (1514-1564) tarafından yeniden başlatılacaktı. 31

 

 

Eğer Scotty bizi Herofilus'ın dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:

 

"Kalbiniz, Afrodit’i gören Ares gibi çarparken, akciğerleriniz bu aşka pek ilgi göstermiyor. Şikayetleriniz için somut bir neden bulamıyorum. Daha detaylı bir inceleme yapabilmem için izninizle sizi kesip iç yapınızı incelemek isterim."

 

 

 

5- Erasistratos (Erasistratus, M.Ö. 310-250)

 

M.Ö. Erasistratos, Kılcal Damarlar ve Kalp Kapakçıklarının İşlevini Açıklamıştır

 

Erasistratos, Hipokrat'ın geleneksel mizahi teorisi olan Humoral teoriye karşı çıkarak, İskenderiye'de metodik tıp öğretileri okulunun kurulmasında önemli bir rol oynamıştır. Yaşlılığında Küçük Asya'ya yerleşen Erasistratos'un çok sayıda öğrencisi ve takipçisi olmuş ve İyonya'daki Smyrna (İzmir)'da kendi adını taşıyan bir tıp okulu, Strabon'un (M.Ö. 64-M.S. 24) zamanına kadar, yaklaşık 1. yüzyılın başlarına dek varlığını sürdürmüştür. Erasistratus ve Herophilus, hem suçlular üzerinde gerçekleştirdikleri insan vücuduna yönelik sistematik canlı diseksiyon çalışmaları hem de kadavra üzerinde yaptıkları incelemeler ile Rönesans'a kadar insan organlarının anatomisi ve fizyolojisi üzerine çalışan tek bilim insanları olarak tarihte bilinirler. 8

 

Herofilus'un öğrencisi ve meslektaşı olan Erasistratos, yaşam sırasında kesildiklerinde arterlerin kanadığını gözlemlemiştir. Bu gözlemden yola çıkarak arterlerden kaçan (çıkan) havanın yerini, venler ile arterler arasındaki küçük damarlar aracılığıyla kanın doldurduğunu düşünmüştür. Böylece kan akışını ters olarak düşünse de, ilk kez kılcal damar fikrini ortaya atmıştırPneuma (yaşam gücü/enerji), bedenin canlılığını ve işleyişini yönlendiren ruh ve nefes olarak düşünülürdü. Erasistratus, pneuma (yaşam gücü/enerji)teorisine olan inancı nedeniyle arterlerden kan yerine havanın aktığını düşünüyordu. Teorisine bağlı kalarak, arterlerin yalnızca pneuma taşıyan damarlar olduğuna inanmış ve arterlerden kan aktığına dair gözlemleri yanlış olarak değerlendirmiştir. Ona göre, arterlerden görünmeden pneuma akıyordu. Ayrıca, arterlere komşu venlerdeki kan, horror vacui, yani doğanın boşlukları doldurma eğilimi nedeniyle, damar duvarından arterlere geçiyordu. 7 

 

Erasistratus, iki tip pneuma tanımlamıştır. Bunlar; akciğerlerden alınan ve kalbin sol ventrikülüne dağıtılan, yaşamı destekleyen vital pneuma (hava) ile beyinde bulunan ve sinirler aracılığıyla yayılan psişik pneuma (enerji kaynağı; ruh)'dır. 7  

 

Erasistratos, özellikle dolaşım ve sinir sistemleri üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınmaktadır. Duyusal ve motor sinirler arasındaki farkı belirlemiş, ancak sinirlerin sıvı içeren içi boş tüpler olduğunu düşünmüştür. Havanın akciğerlere ve kalbe girdiğini, atardamarlar aracılığıyla vücuda taşındığını ve damarların kanı kalpten vücudun çeşitli bölgelerine taşıdığını varsaymıştır.piglotun yutma sırasında soluk borusunu kapatarak yiyecek ve içeceklerin akciğerlere girmesini önleyen işlevini ve triküspit ile biküspit (mitral) kapakçıkları doğru bir şekilde tanımlamıştır. Triküspit kapağı, MÖ 250 civarında Erasistratus tarafından adlandırılmıştır. 32  Erasistratos, kalbin duyguların merkezi olmadığını, ancak onun yerine bir pompa işlevi gördüğünü ve kalbi kanın dağıtıcısı olarak doğru tanımlayarak, William Harvey'in kan dolaşımı keşfine en çok yaklaşan kişi olmuştur. 7 

 

Galen'in aktardığı bir pasajda, Erasistratos'un görüşleri şu şekilde ifade edilir: "Toplardamar, tüm vücuda dağılan atardamarların başlangıç noktasından kaynaklanır ve kalbin kan dolu (sanguineous) ya da sağ karıncığına girer; atardamar (veya akciğer toplardamarı) ise toplardamarların başlangıç noktasından kaynaklanır ve kalbin hava dolu (pneumatic) ya da sol karıncığına girer." 8

 

Erasistratus, dönemin yaygın inancının aksine, damarların karaciğerden, atardamarların ise kalpten çıktığına inanmıyordu; ona göre, her ikisi de kalpten kaynaklanıyordu. Ancak, atardamarların kan yerine hava taşıdığına inanması, William Harvey'in kan dolaşımı teorisini öngörmesini engellemiştir. Kan üretiminin kalpte değil, karaciğerde başladığını düşünmüş ve bir atardamarın zarar görmesi durumunda, kanın vücuttaki vakum etkisiyle çekildiğini savunmuştur. 8

 

Erasistratus, kalbin dört ana kapağının işleyişini doğru bir şekilde tanımladı ve kalpten çıkan maddenin geri dönmediğini, kalbe giren maddenin de aynı yönde geri akmadığını gözlemledi. Bu durum, kalp kapakçıklarının açılıp kapanmasıyla sağlanıyordu. Ancak, ona göre bu kapakçıklardan geçen madde kan değil, "pneuma" yani yaşam nefesiydi. Ayrıca, kalbin yapısını inceleyerek pulmoner arter ve aortanın sigmoid şeklini tanımlamıştır. 8

   

Erasistratus ve Herophilus, antik dönemin önemli anatomi ve fizyoloji bilim insanlarıydı. Ancak, bu iki bilim insanının eserlerinin çoğunun belgeleri, 20. yüzyılın sonlarına kadar keşfedilemedi. Bu nedenle, bilim insanları, Galen'in Erasistratus ve Herophilus'tan bahseden eserlerindeki alıntıları analiz ederek, bu iki bilim insanının çalışmaları hakkında bilgi edinmeye çalışmışlardır. 8,84

 

Not: Trikuspid adı, kapakçığın azı dişine benzer yapısı nedeniyle 'cuspis' ve üç kapaktan oluştuğu için 'tri' terimlerinden türetilmiştir. Bu nedenle, ‘trikuspid’ (veya ‘trikürpit’) terimi ortaya çıkmıştır.

 

 

Eğer Scotty bizi Erasistratos'un dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:

 

Triküspit kapak, muhtemelen M.Ö. 250 civarında Erasistratus tarafından adlandırılmıştır. Bu terimin kullanımını Galen sürdürmüştür.
“Önce hocam Herofilus’a gitmiş, sonra bana gelmişsiniz. Bu, beni hocama karşı zor durumda bırakıyor; ancak görünüşe göre atardamarlarınız biraz 'hava yapmış', triküspit kapağınız da sıkışmış gibi görünüyor."

  

CELSUS, (Aulus Cornelius Celsus; MÖ. 25-MS. 50): 

 

6- Celsus, (Aulus Cornelius Celsus; M.Ö. 25-M.S. 50)

 

M.S. 30 Romalı Ansiklopedist, Kadim Bilgilerin Koruyucusu ve Tıp Tarihinde Bir Köprü

 

Aulus Cornelius Celsus (MÖ 25 - MS 50), çok daha büyük bir ansiklopediden hayatta kalan tek bölüm olduğuna inanılan, günümüze ulaşan tıbbi çalışması De Medicina ile tanınan Romalı bir ansiklopediciydi.Celsus, bir Romalı ansiklopedist ve bilgin olarak bilinir. Geniş tıbbi çalışmaları, ansiklopedisinin en önemli bölümüdür. Ansiklopedisi, tarım, hukuk, retorik ve askeri sanatlar gibi çeşitli konuları kapsıyordu. Ancak, sadece "De Medicina" (Tıp Üzerine) adlı sekiz kitap günümüze ulaşmıştır. Bu kitaplar, MS 47'den önce yazılmış ve yayınlanmıştır. 33

 

De Medicina:

 

  • Kitap 1 – Tıp Tarihi (bazıları sadece bu kitap aracılığıyla bilinen seksen tıp yazarına referanslar içerir.)
  • Kitap 2 – Genel Patoloji
  • Kitap 3 – Özgül Hastalıklar
  • Kitap 4 – Vücudun Bölümleri
  • Kitap 5 ve 6 – Farmakoloji
  • Kitap 7 – Cerrahi
  • Kitap 8 – Ortopedi

 

Eserin tarihsel boyuttaki önemi, kadim medeniyetlerden gelen birçok bilginin günümüze ulaşmasını sağlamış olmasıdır. Helenistik tıp, İskenderiye anatomisi ve cerrahisi gibi konularda şu anda bilinenlerin çoğu, De medicina eserinde yer almaktadır. Celus, Kadim bilginin koruyucusu olarak kabul edilebilir. De medicina, günümüzde en iyi tıp klasiklerinden biri olarak kabul edilse de, çağdaşları tarafından genellikle ihmal edilmiştir. Ancak, Papa V. Nicholas (1397-1455) tarafından keşfedilmiş ve matbaanın piyasaya sürülmesinden sonra (1478) basılan ilk tıbbi eserlerden biri olmuştur. 34

 

Kendisiyle ilgili, bazı çağdaşlarından gelen atıflar ve bıraktığı eser dışında hiçbir bilgi günümüze ulaşmamıştır. 33 

Hipokrat, kötü huylu tümörleri karsinom olarak adlandırmak için Yunanca καρκίνος, karkínos 'yengeç, kerevit' kelimesini kullandı. Yunanca terimi Latince kansere çeviren ve aynı zamanda 'yengeç' anlamına gelen Celsus'du. Celsus, göz anatomisi üzerine yazmış ve koroid tabakasını ilk kez adlandıran kişi olmuştur. 33 Vücudun diğer bölgelerinden alınan deriyi kullanarak yüzün plastik cerrahisini tanımladı. Enflamasyonun dört ana belirtisini sıraladı: ısı, ağrı, kızarıklık ve şişlik. 34 Fıtığın tarifi, meydana gelişi ve cerrahi tedavisinin imkanları hakkında ilk bildiriler de Celsus’tan gelmiştir. 35 Celsus, antikçağ ilaçlarının hazırlanması, özellikle de opiyatların (sakinleştirici) hazırlanması konusunda ayrıntılı bilgiler verir. Ayrıca, 1. yüzyıl Roma cerrahi prosedürlerini tanımlar, bunlar arasında kataraktın çıkarılması, mesane taşlarının tedavisi ve kırık kemiklerin yerine konması bulunur. Ayrıca, göz anatomisi üzerine yazmış ve tabakalardan birini ilk kez koroid olarak adlandıran kişi olmuştur. 33 

 

 

Eğer Scotty bizi Celcus'un dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:

 

“Bütün yazdığım ansiklopedileri ve kadim bilgileri taradım, ancak size yardımcı olabilecek bir bilgiye ulaşamadım.

404 Sayfa Bulunamadı!"

 

GALEN, (Claudius Galenus ; MS. 131-MS. 200): 

 

7- Galen, (Claudius Galenus; M.S. 129-216) - 1500 Yıl Zirvede Kalan Doktor

 

M.S. 200

 

Tıp alanında "Kralı gelse tanımam" ifadesini yalnızca Galen söyleyebilir. Tıp dünyasında yaptığı değerli çalışmalarla, 1500 yıl boyunca hüküm sürdü ve bilim insanlarına rehberlik etti. Bu zaman zarfında artan bağnazlık, dini baskılar ve yasaklamalar, tıbbın ilerlemesini önemli ölçüde engellenmiştir. Harvey'nin kan dolaşımını 1628'de keşfetmesine kadar, Galen'in eski kan dolaşımı sistemi teorisi geçerliliğini korudu. Yine bu dönemde artan bağnazlık, dini baskılar ve yasaklamalar, tıbbın ilerlemesini önemli ölçüde engelledi. MS 2. yüzyılda yaşamış olan Galen, Roma İmparatorluğu'nun altın çağında tıbbi alanda çığır açan çalışmalar yapmıştır. Anatomik keşifleri ve geniş yazı koleksiyonu, uzun yıllar boyunca tıp biliminin gelişimine öncülük etmiştir. O dönemde, Galen o kadar çok bilgi üretti ki, yazılarını yetiştirebilmek için bazen 20 kâtip çalıştırdığı söylenir. Ayrıca, hayvanların diseksiyonu (kesip biçme yoluyla öğrenme) yoluyla organ sistemlerinin işleyişi hakkında derinlemesine bilgiler elde etmiş ve bu bilgiler sonraki nesillere aktarılmıştır. Galen, tıp eğitimine 16 yaşında başladı ve coğrafyasındaki en prestijli tıp okullarında yıllarca süren bir eğitim aldı. M.S. 157 yılında, 28 yaşında Bergama'ya döndüğünde gladyatörlerin cerrahı olarak atandı. Bu görevde, doktor, cerrah, eğitmen ve beslenme uzmanı olarak 5 yıl boyunca çalıştı. Ardından MS 162'de Roma'ya gittiğinde hızla tanınmış bir tıp otoritesi haline geldi. Sonunda birkaç imparatorun kişisel doktoru olarak görev yaptı. 36,37 

  

Orta Çağ tıbbı, çoğunlukla "Galenik Tıp" olarak anılır ve adını eczacılığın babası kabul edilen Galen'den alır. Bergama doğumlu bu Romalı hekim, Hipokrat'ın "Primum non nocere" (Önce zarar verme) prensibini eczacılık alanına uyarlayarak tıp tarihinde derin izler bırakmıştır.

 

Ancak Galen'in tıp üzerindeki etkisi, beklenmedik bir sonuç doğurmuştur. Orta Çağ'ın dogmatik "Ipse dixit" (Üstat öyle dedi) yaklaşımı, Galen'in teorilerini sorgulanamaz gerçekler olarak kabul etmiş ve eleştirel düşünceyi engellemiştir. Bu durum, tıp alanındaki bilimsel ilerlemeyi uzun bir süre durdurmuş, yeni fikirlerin ve keşiflerin önünü tıkamıştır.

 

Benjamin D. Wiker, Galen'in günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce yaşamış, tıp dünyasına yapmış olduğu katkılarla ve kazandırdığı değerlerle tüm zamanların en iyi hekimi olduğunu, söylüyor. Wiker'e göre, o Yunan tıbbını düzenledi ve sonra bunu Romalılara hediye etti. O, dört Roma imparatorunun özel hekimliğini yaptı. Ama kılıç, mızrak ve vahşi hayvanların dişleriyle yaralanan gladyatörlerin tedavilerini de o üstlendi. Öylesine etkindi ki, bilgileri, deneyimleri, öğretileri imparatorluğun dört bir köşesine yayıldı. İmparatorluk yıkıldıktan sonra bile Galen'in gücü, Bizans İmparatorluğu'ndan Arap İslam dünyasına, oradan da dünyanın dört bir köşesine uzandı. O yalnızca bir tıp bilgini değil, herkesin tanıdığı bir filozof, bir düşünür, aynı zamanda da bir din bilimcisiydi. 38 

 

(Eğer bulabilirseniz okumanızı tavsiye ederim; link çalışmıyor ama "Primum non nocere" konulu güzel bir yazıydı. Bakınız: http://www.ubiat.com/andac.html)

 

Galen (M.S. 129-216), kan damarlarının kendinden önceki bilim insanları gibi hava değil kan taşıdığını bilmekteydi. Venöz (koyu kırmızı) ve arteriyel (daha parlak ve ince) kanı ayırt ederek, her birinin farklı ve ayrı görevlerinin olduğunu belirtmiştir. 6  Ancak kendi çalışmalarını kadim bilgilerin temellerine dayandırdığı için, o da yanlış bir şekilde venöz (kirli) kanın karaciğer tarafından üretildiğini ve pompalandığını, arteriyel (temiz) kanın ise kalpten kaynaklandığını ve kanın kalbin sol ve sağ tarafından görünmez gözeneklerden geçtiğine inandı. Ayrıca, atriumları kalbin bir parçası olarak kabul etmedi. Ayrıca, birkaç türde pneuma (ruh) varlığına inanıyordu. 11  Büyüme ve enerji, karaciğerde kilüsten (kilüs; sütümsü, yağ emülsiyonu içeren lenf, yani ak kandır.) oluşturulan venöz kandan elde edilirken, arteriyel kan pneuma (hava ve ruh) içererek canlılık veriyordu ve kalpten kaynaklanıyordu. Kan, her iki yaratıcı organdan da tüketildiği vücudun tüm bölümlerine akıyordu ve kanın kalbe ya da karaciğere geri dönüşü yoktu. Kalp kanı etrafa pompalamazdı, kalbin hareketi diyastol sırasında kanı emer ve kan atardamarların kendi nabız atışlarıyla hareket ederdi. Ayrıca Galen arteriyel kanın, venöz kanın interventriküler septumdaki (kalp odacıkları arası duvardaki) 'gözeneklerden' geçerek sol karıncıktan sağa geçmesiyle oluştuğuna, havanın da akciğerlerden pulmoner arter yoluyla kalbin sol tarafına geçmesi sonucu oluştuğunu düşünmekteydi. Arteriyel kan oluştuğu sırada 'isli' (duman rengi) buharların oluştuğunu ve bunların yine pulmoner arter yardımıyla dışarı verilmesi için, akciğerlere geçtiğini de düşünmüştür. 6,84

 

Hristiyanlık engizisyon döneminde karanlık bir çağa girerken, İslam dünyasında bir aydınlanma dönemi başlamış ve tıptaki liderlik, Türkler ve Arapların eline geçmiştir.

 

 

Eğer Scotty bizi Galen'in dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:

 

“Kalbinizdeki delik/ler, aslında vücudunuzun hava alması için olması gereken doğal bir yapıdır. Eğer bu delik/ler olmasaydı, işte o zaman kaygılanmamız gerekirdi.”

 Kim bilir, belki de Galen, Balon Atriyal Septostomi (BAS) işleminin fikir babası olabilir!

 

 

 

8- Ebu Bekir el-Razi, (Abu Bakr al-Razi (Rhazes/Albubator); 864-925)

 

M.S. 900 Arapların Galen’i ve Pediatrinin Babası

 

El-Razi, Rey ve Bağdat hastanelerinde başhekim olarak görev yapmıştır. Felsefede kendisini Sokrates'in ve tıpta Hipokrat'ın İslami versiyonu olarak görmüştür. Batı'da tanınan eserleri arasında Kitāb al-Manṣūrī ve Yunanca, Suriye ve erken dönem Arap tıbbının yanı sıra bazı Hint tıp bilgilerini içeren "Kapsamlı Kitap" Kitāb al-ḥāwī bulunmaktadır. El-Razi, eserlerinde kendi yargılarını ve tıbbi deneyimlerini yorum olarak eklemiştir. 39 İslam'ın Altın Çağı. Tıp tarihinin en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilir. 40


El-Razi, hayatı boyunca felsefe, simya ve tıp gibi çeşitli konularda 200'e yakın kitap yazmıştır. Özellikle peygamberlik ve vahiy kavramlarına yönelik din eleştirileriyle tanınmıştır. Hayatı boyunca felsefe ve simyadan tıbba kadar çeşitli konularda 200'e yakın el yazmasında kaydettiği çeşitli alanlardaki gözlemleri ve keşifleriyle temel ve kalıcı katkılarda bulunmuştur. Aynı zamanda deneysel tıbbın ilk savunucusudur. 40 

 

Tıp bilimi dünyada can çekişirken, Galen onu adeta yeniden hayata döndürdü. Dağınık ve parçalanmış haldeyken ise, Râzî onu titizlikle bir araya getirip düzenledi. 47

 

El-Razi'nin "Çocuk Hastalıkları" eseri, pediatriyi ayrı bir bilim dalı olarak inceleyen ilk detaylı çalışmasıyla pediatrinin babası olarak da görülebilir. 40 El-Razi, çiçek hastalığının "ilk detaylı tanımını" yapmış olarak kabul edilir 44  ve alkol ile sülfürik asidi keşfetti. Maddeleri bitki, organik ve inorganik olarak sınıflandırdı. 45  

 

El-Razi'nin kehanet ve vahiy konularındaki eleştirel yaklaşımı, insan aklının evrensel yeteneğine ve her bireyin gerçeği kendi akıl yoluyla bulma kapasitesine vurgu yapar. Bu düşünce yapısı, hiçbir grubun veya dinin mutlak gerçeğe özel erişimi olmadığı ve tüm insanların eşit düzeyde rasyonel düşünme yetisine sahip olduğu fikrini destekler. Zihnin iyi ile kötüyü ve neyin yararlı neyin zararlı olduğunu ayırt etmek için doğuştan gelen bir kapasiteye sahip olduğunu savundu. Ona göre akıl, dışarıdan herhangi bir rehberliğe ihtiyaç duymuyordu ve bu nedenle peygamberlerin varlığı da gereksizdi. 43 El-Razi'nin peygamberliği reddetmesi ve gerçeği bulmanın en önemli yolunun akıl olduğunu kabul etmesi, onun bazıları tarafından özgür düşünür olarak kabul edilmesine yol açmıştır. El-Razi, dini dogmalara karşı olduğu gibi bilimsel dogmalara da karşı gelir ve birçok iddiayı reddeder. Tıbbı felsefeyle ilişkilendirir ve kendi klinik deneyimlerinin Galen'in teorileriyle çeliştiğini ve bazen klinik deneyiminin Galen'in anlayışını aştığını ifade eder. Ancak El-Razi, Galen’i bir üstat olarak görüp kendini bir öğrenci gibi hissetse de, bu saygı ve takdir, onun kendi şüphelerini dile getirmesine engel olmamıştır. 40

Daha sade bir anlatımla ifade etmek gerekirse, El-Razi deneysel tıbbın öncülerinden biri olarak, dini ve bilimsel dogmalara karşı çıkarak eleştirel düşünmeyi desteklemiş, gerçeği akıl yoluyla bulmanın önemine vurgu yapmıştır. Hipokrat'tan sonra tıbbı dini ve batıl inançlardan arındırarak, klinik gözlemlerini sistematik olarak kaydedip eserlerine aktarmış ve bu sayede tıbbın bilimsel bir temele oturmasına ve modern bir bilim dalı olarak gelişmesine önemli katkılar sağlamıştır. Ayrıca El-Razi, "Ipse dixit" (Üstat öyle dedi) anlayışına karşı çıkan ilk hekimlerden biri olarak, Galen'in teorilerini sorgulamış ve bu teorilerin kendi klinik gözlemleriyle çeliştiğini belirtmiştir. Bu yaklaşım, onun bilimsel ilerlemeye bağlılığını ve dogmatik düşüncelere karşı duruşunu gösterir.

 

İbni Sina’nın teorik tıptaki üstünlüğü gibi, El-Razi’nin de klinik tıpta ve deneyime dayalı tedavilerdeki otoritesi tartışmasız kabul edilir. 47

 

El-Razi, bilginin sorgulanabilir ve eleştirel düşünce ile elde edilmesi gerektiğini vurgulayarak, döneminin ötesinde bir düşünce yapısına sahip olduğunu göstermiştir.


Not: Özgür düşünce, inançların otorite, gelenek, vahiy veya dogma temelinde oluşturulmaması gerektiğini ve bunun yerine mantık, akıl ve ampirik gözlem gibi diğer yöntemlerle ulaşılması gerektiğini savunan epistemolojik bir bakış açısıdır. 41 

 

El-Razi, hayatının her anında bilimsel düşünce ve mantıklı akıl yürütmeden ayrılmamıştır. Yaşamının son yıllarını, doğduğu şehir olan Rey'de, glokom hastalığı ile mücadele ederek geçirmiştir. Göz problemleri önce katarakt ile başlamış ve zamanla tam körlüğe yol açmıştır. Kendisine göz merhemi teklif eden bir doktorla karşılaştığında, El-Razi ona gözün kaç katmandan oluştuğunu sormuş, doktorun cevap verememesi üzerine, "Gözlerimin anatomisini bile bilmeyen birinin tedavisini kabul etmem" diyerek tedaviyi reddetmiştir. 40

 

İslam Dönemi'nde insan bedenlerinin kesilip incelenmesi dini nedenlerle yasaktı, sadece hayvanlara izin veriliyordu. Bu nedenle, kardiyovasküler sistemde (KVS) belirgin bir bilimsel ilerleme sağlanamadı. El-Razi, Galen'in kalbin tabanında kemik bulunduğu iddiasına karşı çıkarak, hem kardiyovasküler sistem üzerine hem de Galen'e karşı çıkarak dogmaların yıkılması karşısında tıbbın ilerlemesine önemli bir katkıda bulunmuştur. 11 Orta Çağ (M.S. 375-1453)'da dini yasaklar sebebiyle Hristiyan dünyasında bilimsellikten uzaklaşılırken, kitaplar yakılıp yok edilirken ve bilimsel çalışmalar yasaklanırken, El-Razi önceki bilgileri koruyarak, kendi deneyim ve gözlemleriyle birlikte bilginin gelecek nesillere aktarılmasını sağlamıştır.

 

 

Eğer Scotty bizi El-Razi'nin dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendisine danışsaydık, şöyle diyebilirdi:

 

"Galen'in her söylediğine inanmayın. Bu şikayetlerinizin mutlaka mantıklı bir açıklaması olmalı.
Tıpta mucizeler hastanın kendisinde gizlidir. Anatomi bilmeyen ve kendini doktor olarak tanıtan kişilere kulak asmayın, mucizeler vaat edenlere de kanmayın.”

 

Not: Saygıdeğer okuyucularımızın dikkatine;
Araştırma sürecimiz esnasında, ana konumuzun kapsamı dışında kalan ancak dikkat çekici nitelikte bazı tartışmalara rastlamış bulunmaktayız. Bu bilgilerin de değerli olabileceği düşüncesiyle, izninize istinaden, söz konusu bulguları sizlerle paylaşmayı uygun gördük.
Anlayışınız için teşekkür eder, saygılarımızı sunarız.

 

İBN-İ SİNA, (Avicenna ; MS. 980 - 1037): 

 

 

9- İbni Sina, (Avicenna; 980-1037)

 

1000 Hekimlerin Prensi

 

İbni Sina, İslam'ın Altın Çağı olarak bilinen 700-1300 yılları arasında, bilimsel sorgulamanın dinsizlikle eşdeğer tutulduğu bir dönemde, cesur düşünceleriyle öne çıkan önemli bir figürdür. 46 Avrupalılar tarafından "Hekimler Prensi" olarak adlandırılan İbni Sina, 49 dönemin önde gelen doktorlarından, astronomlarından, düşünürlerinden, yazarlarından ve bilginlerinden biridir. Aynı zamanda erken dönem tıbbın öncülerinden biri olarak kabul edilir. Doğum yeri olan Buhara, günümüzde Özbekistan sınırları içerisinde yer alır ve burada eğitim almıştır. Dünya tıp tarihinde, Hipokrat ve Galen'den sonra gelen önemli bir hekim olarak tanınan İbni Sina, ortak coğrafyada yaşayanların paylaşamadığı Türk veya Farslı (Pers) bir hekimdir.

 

Babası Abd Allah, Samani yönetimi döneminde yüksek rütbeli bir bürokrat olarak görev yapmıştır ve Nuh II döneminde Buhara yakınlarındaki Harmaytan köyünün valisi olmuştur. Oğlunun yeteneğini, dehasını fark eden Abd Allah, İbni Sina'ya farklı alanlarda en iyi öğretmenlerden eğitim aldırmıştır. On üç yaşında tıp eğitimine başlayan İbni Sina, on sekiz yaşına geldiğinde deneyimli bir doktor olmuştur. Buhara Sultanı Nuh İbn Mansur ağır bir hastalık geçirdiğinde, İbni Sina'yı onu tedavi etmek için çağırmıştır. Sultan'ın iyileşmesinden sonra, İbni Sina'nın ünü sadece ülkesinde değil, aynı zamanda yurtdışında da yayılmıştır. Ayrıca, İbni Sina'ya nadir el yazmalarına ve eşsiz kitaplara erişim izni verilmiştir. Aldığı eğitimlerin yanı sıra kadim bilgilere erişerek entelektüel yapısını güçlendirdi. 49 İbn Sina, Bizans Greko-Romen, Fars ve Hint metinlerinin çevirilerinin yoğun bir şekilde incelendi. 46  Tıp ve felsefe alanlarında olduğu kadar astronomi, kimya, coğrafya, jeoloji, psikoloji, İslam teolojisi, mantık, matematik, fizik ve şiir gibi çeşitli disiplinlerde eserler üretmiştir. Bu eserler, onun geniş bilgi birikimi ve derin anlayışını yansıtarak, günümüzde bile birçok alanda referans noktası olarak kabul edilmektedir. 49 Yazdığına inanılan 450 eserden 150'si felsefe ve 40'ı tıp üzerine olmak üzere yaklaşık 240'ı günümüze ulaşmıştır. 46 Ölümünden sonra Halife El Müstencid, İbni Sina'nın eserlerini kamuya ve özel kütüphanelerde bulunan tüm kopyalardan toplatıp yaktırdı. 61 İbni Sina'nın çok yönlü zekası, selefi İmhotep ve halefi Leonardo da Vinci gibi döneminin ötesinde düşünebilen ve çoklu disiplinlerde uzmanlaşabilen nadir dâhilerden biri olduğunu göstermektedir. Onların mirası, bilim ve sanatın sınırlarını zorlayarak insanlığın bilgi ve anlayışını genişletmeye devam etmektedir.

 

İbni Sina’nın teorik tıptaki üstünlüğü gibi, El-Razi’nin de klinik tıpta ve deneyime dayalı tedavilerdeki otoritesi tartışmasız kabul edilir. 47 Ünlü İslami selefi El-Razi gibi, İbn-i Sina da klinik kararlar almak için gözlem, deney ve kanıta dayalı tıbbın önemini vurguladı. 48 

 

İbni Sina'nın tıpta gerçekleştirdikleri arasında şunlardan söz edilmektedir: Teorik olarak öğrendiği tıbbi bilgileri hastalar üzerindeki deneyimleri ile tamamlamış ve hasta başında klinik dersler vermiştir. Tıp ve kimya alanındaki çalışmalarında deney ve gözleme sürekli yer vermiştir. Cerrahide bazı yeni bilgilere erişmiştir. Örneğin urların beyinde olabileceğini, mide ülseri ve pilor tıkanıklığı semptomları gibi. Küçük cerrahide kullanılacak bıçağın kesinlikle alevden geçirilmesini tavsiye etmiştir. Larenks entübasyonunu ilk kez uygulayan kişidir. Cıva buharını insanlarda ilaç olarak kullanmıştır. İbn Sina’nın en ünlü eseri “Kanun” adını taşımaktadır. Eser 5 bölümden oluşmaktadır. 1542’de Latince’ye çevrilmiştir. Bu eser Türkçe’ye ise 18. yüzyılda Tokatlı Mustafa Efendi tarafından  “Tabhiz al-Mathun” adıyla çevrilmiştir." (Prof. Dr. Erdem Aydın Hacettepe Üniversitesi Deontoloji, Tıp Etiği ve Tarihi AD) 

 

İbni Sina, büyük, küçük kan dolaşımlarından, kalbin, karın ve kapakçık sistemine kadar tıp alanında pek çok ilke imza attı. Mikroskopun olmadığı bir dönemde mikropların varlığına da değinen Sina, kimi hastalıkların bulaşma nedeninin gözle görülmeyen yaratıklar olabileceğini ileri sürdü. 50

 

İbni Sina'nın kaleme aldığı ve 1025 yılında tamamladığı beş ciltlik tıp ansiklopedisi olan "Tıbbın Kanunu", 18. yüzyıla kadar İslam dünyasında ve Avrupa'da standart tıp ders kitabı olarak kullanılmıştır. 46 İbn Sina'nın bu eseri olmasaydı, pek çok önemli bilgi kaybolabilirdi. 1913'te ders veren Kanadalı doktor ve tıp profesörü Sir William Osler, İbn-i Sina'yı "şimdiye kadar yazılmış en ünlü tıp ders kitabının yazarı" olarak nitelendirdi. 51 Kanun'un “tıbbi bir İncil” olarak diğer tüm çalışmalardan daha uzun süre devam ettiğini belirtti 52 Osler aynı zamanda İbn-i Sina'nın bir uygulayıcı olarak "aynı zamanda devlet adamı, öğretmen, filozof ve edebiyatçı olan başarılı bir hekimin prototipi" olduğunu da vurguladı. 51

 

İbni Sina, “Tıbbın Kanunu” adlı eserinde, kalbin merkezde olduğu Aristoteles (M.Ö. 384-322)'in kardiyosentrik dolaşım modelini benimserken, kalbin iki karıncığı (ventrikül) arasındaki duvarda (intraventriküler septum) deliklerin, gözeneklerin olduğu ve gözeneklerden kanın diğer ventriküle aktığına dair hatalı olan antik Yunan görüşünü de benimsemiştir. (Modern tıpta kalbin sağ ve sol ventrikülleri arasında kanın geçişine izin veren doğal bir bağlantı yoktur.) Sol ventrikülün, pneumanın bulunduğu kardiyak odacık olduğunu ve duyguların merkezi olduğunu belirtir. Ancak, İbn Sina "kalp döngüleri ve kapak fonksiyonu üzerine doğru bir şekilde yazdı" ve Nabız Üzerine İncelemesi'nde "kan dolaşımı hakkında doğru bir fikre sahipti." Galen'in hatalı nabız teorisini geliştirirken, kalp sistolünü ve diyastolünü açıkça tanımladı ve nabzın doğru açıklamasını yaptı: "Nabzın her atışı iki hareket ve iki duraklamadan oluşur. Böylece, genişleme: duraklama: daralma: duraklama... Nabız, kalp ve atardamarlardaki bir harekettir... alternatif genişleme ve daralma şeklini alır." 6,11 

 
Ayrıca, İbni Sina'nın buluşu olan kateterler, günümüz tıbbında yaygın olarak kullanılan malzemelerdir. İbn Sina, "El-kassıtır" olarak adlandırdığı bu tabiri (Sokulup ilerletilen), Latince'de "Catheter" olarak geçmiştir. Menenjiti, yani beyin zarlarının iltihabını, "Uttaş" olarak adlandırmıştır. Bu terim, eski Türkçede "ateş" anlamına gelir. İbni Sina'ya göre, bir hekim asla hastasından umudu kesmekle ilgili bir belirti göstermemeli ve tüm bilgi ve gücüyle hastalıkla mücadele etmelidir. Bu yaklaşım, Hipokrat geleneğine karşı bir tavırdır ve İbni Sina, Hipokrat'a karşı bir tutum sergilemiştir. Öldüğünde İbni Sina henüz 57 yaşındaydı. 61
 
Not: Felsefe, Yunanca 'sevgi' anlamına gelen 'Filos (Philos)' ve 'akıl' anlamına gelen 'Sofia (Sophia)' kelimelerinin birleşmesiyle oluşur ve 'akıl sevgisi ya da bilgelik sevgisi' demektir. Bu disiplin, var olan her şeyin temelini ve sebeplerini anlamaya yönelik bir arayıştır ve sürekli olarak elde edilen bilgileri sorgular. Felsefeyle uğraşan kişiye de filozof denir. 53 
 
İbn-i Sina'nın sistemi, Yeni Platoncu ve Aristotelesçi düşünceleri sentezleyerek,dönemin bilgi birikimini düzenli ve erişilebilir metinler halinde derledi. Bu sentez, onu Aristoteles'ten bu yana en büyük entelektüellerden biri yaparken, 51  ayrıca akılcılığı "Peygamberler; vahiy alan kimseler değil, hayal gücü yüksek kişilerdir." diyen Farabi (870-950)'den, deneyciliği "Akıllı bir kimsenin geçerli bir sebebi ve kendini destekleyecek bir delili olmaksızın görüş beyan etmesi ne kadar çirkin bir tutumdur. Bu, aklı bırakıp tamamen nefse tabi olmak demektir." diyen Ebû Bekir Râzi'den alıp birleştirmiştir. İbn-i Sinâ’nın sistemi, ortaçağ felsefesinin klasik karakterini taşır ve filozof metodik eserler vermek bakımından Meşşaî ekolün (İslam toplumunda Aristoteles’in felsefi sistemini temel alan bir hareket) en büyüğü olarak kabul edilir. 53 
 
İbni Sina eserlerinin pek çoğunda ahlak kavramına da değinerek her insanın yaradılışı gereği ahlaklı olması gerektiğini savunmuştur. İbn-i Sinâ’ya göre Allah ilk cevher ve zorunlu varlıktır. Her şey O’ndan çıkar. Hayır ve şer Allah’tandır. Ancak Allah insanları belli davranışları yapmaya zorlamaz. Allah’ın insanı var etmesi bir lütuftur. İnsan yaratıcısına lâyık olmaya çalışmalıdır. Kötülük O’ndan değil eşyadan gelir. İnayet Allah’ın insanları kötülükten muhafaza etmek hususundaki lütfudur. 53

Kötülük şu kısımlara ayrılır:
 
  • Zayıflık, bilgisizlik, yaratılıştaki noksanlık ve eksiklik mânâsına gelen kötülük ki, bu fiziki bir kötülüktür.
  • Elem, keder gibi maddî ve mânevi mânâdaki kötülük. Bu da psikolojik bir kötülüktür.
  • Metafizik kötülük. Filozof buna günah diyor.

Skolastik felsefe, teoloji (din bilimi) ile felsefeyi birleştirmeyi amaçlar. Skolastik filozoflar, aklın ve inancın uyumunu araştırırken, mantık ve Aristoteles’in eserlerini kullanırlardı. Onlar için, doğru bilgi hem akıl yoluyla hem de Tanrı’nın vahiyleriyle elde edilirdi. İbni Sina'nın Tanrı kavramı Aristoteles'inkine benzer, ancak farklılıklar da vardır. İslam'ın temel inançlarını akıl yoluyla doğrular ve kendisine makul görünenden yana tavır alırdı. Ancak bu, İslam'ın ana ilkeleriyle olan çatışmasının başlangıcıdır. Çünkü İslam'ın ana inancı şudur: "Kur'an ve Hadislere öncelik verilmelidir, akla değil". Bunlar tartışılamazdı. İbni Sina ise akla öncelik verdi. Ona göre de tartışılamayacak şey, tartışılamayacak bir şeyin olmamasıdır. 
 
İbni Sina İslami püriten gelenekleri hiçe sayması ona daha da fazla düşman kazandırdı. 51 O, insanın yaratıcı veya Allah tarafından kontrol edilmediğine inanıyordu. İslam'ın temel inançlarından biri olan Takdîr'e, Kader'e inanmıyordu. Tanrı'nın insanla doğrudan teması olmadığına ve dünyayı kontrol etmediğine inanıyordu. 56 
 
İbni Sina, ruhun bedenden ayrı olduğunu ve bedene ihtiyaç duymadan var olabileceğini öne sürer. Buna göre, ruhun manevi bir varlık olduğunu savunur. İnsanın ruhunu kavraması için bedene gerek olmadığını ifade eder. İbni Sina'nın "İnsan-i Tair" (Uçan İnsan) benzetmesi, tarih boyunca birçok kişi tarafından benimsenmiş ve kullanılmıştır, bunlar arasında René Descartes (1596-1650) da vardır. İnsanların ölümden sonra tekrar bedensel olarak dirileceğini reddeden öğretiler, insanların sadece bedensel değil, aynı zamanda manevi olarak da şekli din anlayışından kurtulmalarını sağlayabilir. Şekli din anlayışı, dinin görsel ritüel, ibadet ve yaşam kurallarını öne çıkarırken, bireyin içsel yaşamı, kişisel inançları ve manevi deneyimlerini ikinci plana atar. Ancak, din sadece dışsal biçimlerden ibaret değildir; asıl önemli olan bilgeliği bilmektir. Bilgi olmadan yapılanlar, din adına görünüşte, şeklen yapılanlardan ibarettir. İbni Sina'ya göre, vahiy denen olay, Cebrail'le konuşmak değil, akıl ve sezgi yoluyla anlamaktır. Peygamberler, diğer insanların kavrayamayacağı şeyleri algılamada üstün güce sahiptirler. İbni Sina'nın fikirleri, yeni Platoncu düşüncelerden İşrakilik'e doğru;  içe doğan bilgiye, iç aydınlanma, keşif ve irfana dayanan bir görüşe doğru geçişi işaret etmektedir. Ona göre atomlar sonsuz sayıda bölünebilir ve evren, cansız doğadan canlı doğaya derece derece geçişin söz konusu olduğu bir süreçle oluşmuştur. (evrime işaret eder.) Leonardo da Vinci (1452-1519)'nin notlarında yer alan birçok fikir, İbni Sina'nın çalışmalarında da gözlemlenir. Özellikle, da Vinci'nin anatomik çizimleri, İbni Sina'nın eserleriyle büyük benzerlikler taşır. İbni Sina'nın keşfettiği ve detaylı şekillerini çizdiği mekanik aletler - çıkrık, kaldıraç, kama ve palanga sistemleri, da Vinci'ye ilham kaynağı olmuştur. Ayrıca, da Vinci'nin yazılarında İbni Sina'nın eserlerinden alınmış Arapça terimlere sıkça rastlanır. 61
 
İbni Sina, heterodoks yani geleneksel olmayan inançları nedeniyle bazı çevrelerce Müslüman olarak kabul edilmiyordu. İmam Gazali'ye (1058-1111) göre doğru bilgiye akılla değil, sadece sezgiyle (inanç) ve Kur'an ile hadislerin sınırları içinde ulaşılabilirdi. Bu nedenle Gazali, İbni Sina'yı ölümünden yıllar sonra sapkın olmakla suçlayarak dinden çıkmış, yani kafir ilan etmiştir.   
 
Orta Çağ İslam dünyasında, bilim ve din arasındaki gerilim, özellikle İbn Sina'nın hayatı ve eserleri üzerinden incelendiğinde dikkat çekicidir. İbn Sina, hem bir filozof hem de bir hekim olarak, hakikate ulaşmanın yalnızca vahiy ve dini metinlerle sınırlı olmadığını savunmuştur. Zamanla, bu görüşe karşı çıkanlar ve yalnızca dini yollarla hakikate ulaşılabileceğini savunanlar arasında İslam dünyasında derin bir bölünme meydana gelmiştir. Bu durum, akıl ve bilimsel yöntemlerin güvenilirliğinin sorgulanmasına yol açmıştır. 
 
İbn Sina, kendisine yöneltilen eleştirilere, yanıt olarak inancının sağlam olduğunu belirterek, "Eğer ben bir kafirsem, dünyada tek bir gerçek Müslüman yoktur." demiştir. 55 Bu sözler, onun hem dini inançlarını hem de akıl ve dini kaynakları bir arada kullanarak hakikate ulaşma arayışını yansıtır. Dönemin ünlü şairi Ebul ʿAla Al-Maʿarri (973 -1057) yaşanan fikri kutuplaşmayı "Dünya, aklı olanlar ama dini olmayanlar ve dini olanlar ama aklı olmayanlar olarak ikiye ayrılmıştır." sözleriyle ifade etmiştir. 56 Bu tartışmalar, İslam dünyasında bilim ve din arasındaki ilişkiyi derinden etkilemiş ve günümüzde de inanç ve akıl arasındaki dengeyi sorgulayan felsefi tartışmalar devam etmektedir.
 
Neden-sonuç ilişkisini rededen Eşarî (873-935) ve selefi Hanbeli (780-855) düşüncenin egemen olduğu yerlerde, demokrasinin var olma olasılığı düşüktür. Demokrasinin temel şartı, insan aklının hem felsefi hem de dini anlamda öncelikli olduğunun kabul edilmesidir. Aksi takdirde, meşru kaynak ne olacaktır? Akıl ve sebep-sonuç ilişkilerinin meşru görülmediği bir ortamda, yasaların, düzenlemelerin ve uygulamaların nasıl meşru bir şekilde yapılacağı konusunda akılların çatışması kaçınılmazdır. Eğer bir insan, akla ve mantığa uymayan, nedenselliği reddeden bir dünyada yaşıyorsa, kaderden başka sarılabileceği bir dayanağı kalmayacaktır. Akıl bağlanınca, bu topraklar da kaderin egemenliğine teslim oldu. 85

12. yüzyıldaki Eşarî büyüklerinden Gazali'nin müridi ve İbni Sina eleştirmeni Fahreddin er-Râzî (1149-1209), "Kelam ilminin ve felsefenin yöntemlerini araştırdım, ancak bunlarda vahiyde bulduğum faydayı hiçbirinde göremedim." demiştir. 54
 
İbn Kayyim el-Cevziyye (1292-1350) İbn-i Sina'yı şiddetli sapkınların lideri olarak tanımladı ve onun ve takipçilerinin imanın şartlarına; Allah'a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere ve ahiret gününe inanmayanlar olarak ilan etti. 54 
  
İlahi bilgiyi sonsuz bir kaynak olarak düşünürsek, peygamberlerin bu kaynaktan ne kadarını alabildiği ve aktarabildiği üzerine düşünmek önemlidir. Peygamberler, insani sınırları olan varlıklar olarak, bu sonsuz bilginin ne kadarını kavrayabilmiş ve aktarabilmişlerdir?
 
Bu sorgulama bizi şu sorulara götürür: Peygamberlerin aldığı vahiy, ilahi bilginin ne kadarını kapsıyordu? Bu bilgiyi tam olarak anlayabildiler mi? Anladıklarını ne ölçüde aktarabildiler? Ve en önemlisi, bu aktarılan bilgi, farklı kapasitelere sahip insanlar tarafından ne kadar doğru anlaşılabildi?
 
Felsefe, işte tam da bu noktada devreye girer. Sürekli sorgulayarak, her cevabın yeni sorular doğurmasına izin vererek bilginin derinliklerine inmeye çalışır. Bu, bilginin ve anlayışın sürekli genişlemesini sağlar.
Öte yandan, sorgulamayı reddeden bir yaklaşım, düşünceyi kısırlaştırır. Örneğin, "Sakız orucu bozar mı?" gibi yüzeysel ve tekrar eden sorular, derin felsefi sorgulamaların yerini alabilir. Bu tür bir yaklaşım, bilginin ve anlayışın gelişmesini engeller.
 
Bu bağlamda, İbn Sina gibi düşünürler, dini inançla felsefi sorgulamayı birleştirerek daha derin bir anlayışa ulaşmaya çalışmışlardır. Onların amacı, inancı reddetmek değil, aksine onu daha iyi anlamak ve açıklamaktı. Bu yaklaşım, hem dini düşünceyi hem de felsefi anlayışı zenginleştirmiştir.
 
Batının bugün geldiği medeniyet seviyesinin temelleri doğudan gelen bilim ışığıyla atılmıştır. Doğu gerçekte de adı gibi bir zamanlar ışığın doğduğu yer iken şimdilerde bilimi batıdan satın alma çabası içerisinde, bilim kısırlığı çeken bir uygarlık haline gelmiştir. Uygarlık tarihi olarak çok zengin olan Doğu Dünya’sı bilgi üretiminde artık çok geri kalmıştır. Oysaki bu topraklarda Mısırlılar piramitleri yaptı, Sümerliler yazıyı icat etti, Lidyalılar parayı buldu, ilk tarım, ilk yerleşik yaşama geçiş bu topraklarda var oldu. “Nasıl oldu da temizliği bile doğu toplumlarından öğrenen ilkel Batı Medeniyeti şimdi Dünya’yı yönetiyor?” bu da tartışılması gereken diğer bir konudur. 53 
 
Özetle İbni Sina'nın tıp alanındaki öncü çalışmaları, kendisinden sonraki nesillere ışık tutmuştur. Pulmoner dolaşımın keşfine giden yolu açmıştır. Bu bilgi birikimi, İbn el-Nafis'e ilham vermiş ve William Harvey'in kan dolaşımı keşfine giden süreci başlatmıştır. Bu katkılarıyla İbn Sina, kardiyovasküler tıbbın öncülerinden biri olmuştur.
 
Zorluklara dolu ömründe İbni Sina William E. Gohlman'ın "The Life of Ibn Sina" 86 ve Dimitri Gutas'ın "Avicenna and the Aristotelian Tradition" 87 adlı eserlerinde belirtildiği üzere, daha gençlik yıllarından itibaren siyasi çalkantılar ve dini eleştirilerle karşı karşıya kaldı.
 
Henüz 21 yaşındayken, Buhara'daki Samani hanedanının çöküşüyle başlayan siyasi istikrarsızlık döneminde, İbni Sina'nın fikirleri de sorgulanmaya başlandı. Bazı muhafazakar dini çevreler, onun felsefi görüşlerini İslam'a aykırı bularak eleştirmeye ve hatta dinsizlikle suçlamaya başladılar. Bu suçlamalar ve artan baskılar, İbni Sina'nın hayatını derinden etkiledi.
 
Özellikle 30'lu yaşlarına geldiğinde, bu baskılar daha da yoğunlaştı. İbni Sina, can güvenliği ve çalışmalarını sürdürebilmek için sık sık yer değiştirmek zorunda kaldı. Bir şehirden diğerine göç ederek, çeşitli sultanların himayesinde yaşamını sürdürdü. Bu sürgün hayatı, onun için zorlu bir dönem oldu.
 
Ancak tüm bu zorluklara rağmen, İbni Sina bilimsel çalışmalarından asla vazgeçmedi. Dinsizlikle suçlanması ve sürgün hayatı yaşaması, onun tıp ve felsefeyi birleştirme çabalarını engelleyemedi. Aksine, bu zor koşullar altında bile üretken olmayı başardı ve birçok önemli eser kaleme aldı.
 
Ne yazık ki, İbni Sina'nın fikirleri ölümünden sonra da tartışma konusu olmaya devam etti. Ölümünden yıllar sonra, ünlü İslam düşünürü İmam Gazali, 19 İbni Sina ve takipçilerini kafir ilan etti. Bu, İbni Sina'nın fikirlerinin ne kadar tartışmalı ve etkili olduğunu göstermektedir.
 
Buna rağmen, İbni Sina'nın cesur yaklaşımları ve bilime katkıları, yüzyıllar boyunca etkisini sürdürdü. Onun tıp ve felsefeyi birleştiren yenilikçi yaklaşımı, modern tıbbın gelişmesine zemin hazırladı. Örneğin, günümüzde pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) gibi nadir ve karmaşık hastalıkların tedavisinde kaydedilen ilerlemeler, İbni Sina gibi öncülerin açtığı yolda ilerleyen bilim insanlarının çabalarıyla mümkün oldu.
 
Eğer o dönemde yaşasaydık, kafirlikle suçlanma ve sürgün edilme riski nedeniyle ne biz pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) tanısı konulmasını isterdik ne de doktorlarımız bu nadir hastalık üzerinde çalışmayı tercih ederdi.
 
Ancak, bugün, PAH gibi nadir hastalıkların tedavisinde kaydettiğimiz ilerlemeleri, İbn Sina'nın öncülük ettiği cesur yaklaşımlara borçluyuz. İbni Sina'nın hayatı ve eserleri, bilimsel ilerlemenin bazen büyük zorluklarla karşılaşabileceğini, ancak cesaret ve kararlılıkla bu zorlukların aşılabileceğini göstermektedir. Onun mirası, günümüz bilim insanlarına ilham vermeye devam etmektedir.
 
İbni Sina'nın bilime ve insanlığa katkıları, UNESCO (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization/Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) tarafından da takdir edildi. 1980 yılında, doğumunun 1000. yıldönümünde, UNESCO İbni Sina'yı "Evrensel İnsan" olarak onurlandırdı. Bu unvan, onun sadece İslam dünyasında değil, tüm insanlık için önemli bir figür olduğunu vurgulamaktadır. 55
 
Ayrıca, UNESCO İbni Sina'nın eserlerini "Dünya Belleği" programına dahil etti. Bu program, dünya kültür mirasının önemli belgelerini korumayı ve tanıtmayı amaçlamaktadır. İbni Sina'nın eserlerinin bu programa dahil edilmesi, onun düşüncelerinin evrensel değerini ve kalıcı önemini göstermektedir.
 
 
Eğer Scotty bizi İbni Sina'nın dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendimize saklamayı tercih edebilirdik.
 

Kateterin mucidi ve "Hekimlerin Prensi" olarak bilinen, modern tıbbın öncülerinden İbn-i Sina, yenilikçi fikirleri nedeniyle sapkın ve kâfir ilan edilip sürgünde yaşamak zorunda kalmışken, ne biz hastalar PAH tanısı konulmasını isteyebilirdik, ne de doktorlar PAH üzerinde çalışmaya cesaret edebilirdi.

 

Dolaşım sisteminin keşfi, İbn-i Sina'nın öncülük ettiği cesur yaklaşımlara borçludur.

 
Not: Saygıdeğer okuyucularımızın dikkatine;
Araştırma sürecimiz esnasında, ana konumuzun kapsamı dışında kalan ancak dikkat çekici nitelikte bazı tartışmalara rastlamış bulunmaktayız. Bu bilgilerin de değerli olabileceği düşüncesiyle, izninize istinaden, söz konusu bulguları sizlerle paylaşmayı uygun gördük.
Anlayışınız için teşekkür eder, saygılarımızı sunarız.
 

İBN NEFİS, (Annafis; MS. 1210 - 1288): 

 

10- İbn Nefis, (İbnü’n-Nefis/Annafis; 1210-1288)

 

1242 Pulmoner Dolaşımı İlk Bulan Hekim

 

İslam dünyasında isminden söz edilmesi gereken hekimlerden biri de İbnü'n-Nefîs’tir. Dostları onu kısaca, Ali bin ebu'l-hazm el-kureş ed-dımeşki el-mısri eş-şafii diye çağırırlardı. Künyesi Ebu'l-Hasan dır. Lakabı ise Alaeddin'dir. İbn-i Nefis adıyla meşhur oldu. 13. yüzyılın ünlü bir hekimi olan Nefis Şam’daki Nurettin Zengi hastanesinde ve daha sonra Kahire’de çalışmıştır. 

 

1200'lü yıllarda yaşamış olan Arap hekim İbn Nefis, Galen ve İbn-i Sina'nın yanlış dolaşım sistemine dair varsayımlarına ilk meydan okuyan isimlerden biridir. İbn Nefis, pulmoner dolaşımın doğru haritasını çıkararak, kanın kalbin sağ ve sol tarafları arasındaki görünmez deliklerden geçmediğini ortaya koymuştur. Ayrıca, eğitimli bir göz doktoru olan İbn Nefis, pulmoner dolaşımın yanı sıra kılcal damarlar ve koroner dolaşımı da keşfetmiş, bu buluşlarıyla dolaşım sisteminin anlaşılmasında temel bir rol oynamıştır. Bu önemli katkılarından dolayı, "Dolaşım Fizyolojisinin Babası" olarak kabul edilen İbn Nefis, Galen'in dolaşım sistemiyle ilgili yanlış yaklaşımını tam 1000 yıl sonra düzeltmiştir.

 

Galen ve İbn-i Sina'nın insan dolaşımıyla ilgili asırlık ve yanlış varsayımlarına ilk kez meydan okuyan 1200'lü yıllarda yaşamış bir Arap hekim olan İbn-i Nefis'ten bahseder. İbnü'n-Nefis pulmoner dolaşımın haritasını doğru bir şekilde çıkarmış ve kanın kalbin sağ ve sol tarafları arasındaki görünmez deliklerden geçtiğine dair daha önce kabul gören dogmayı çürütmüştür. Üstelik kendisi eğitimli bir göz doktoruydu (oftalmolog). 57 "Dolaşım Fizyolojisinin Babası" olarak kabul edilen İbn Nefis'in çalışmaları, Galen'in yanlış dolaşım sistemine dair yaklaşımını 1000 yıl sonra düzeltmiştir. İbn Nefis'in araştırmaları ayrıca, 17. yüzyılda William Harvey'in dolaşım sistemi üzerine yaptığı çalışmalar için de bir zemin hazırlamıştır.

 

Bilgiye olan tutkumuz ve araştırma yapma arzumuz, geçmişin geleceğe emaneti olan çalışmaları gözümüz gibi sahip çıkıp onların değerlerini bilip koruduğumuz için olsa gerek, İbnü'n-Nefîs'in 29 yaşındayken 60 “İbn Sina Kanunu’nun Anatomi Kısmına şerh” adlı eserini kaleme almasından yaklaşık 700 yıl sonra, 1924 yılında Mısırlı bir hekim olan Dr. Muhyiddin el-Tatavî (Muhyo Al-Deen Altawi) tarafından Berlin Kütüphanesi'nde bulunmuş ve dünyaya tanıtılmıştır. Bu el yazması, pulmoner dolaşımın çok daha erken bir ilk tanımını ortaya çıkardı. Ölümünden yüzyıllar sonra, İbnü'n-Nafis, nihayet yirminci yüzyılın ortalarında pulmoner dolaşımın keşfi için tarihçiler tarafından kredilendirildi. 58 İbnü'n-Nefis'in yazdığı tıp ders kitaplarının sayısının 110 ciltten fazla olduğu tahmin edilmektedir. En hacimli kitabı, Tıp Üzerine Kapsamlı Kitap (Al-Shamil fi al-Tibb) adıyla bilinen ve 300 ciltlik bir ansiklopedi olması planlanmıştır. Ancak İbnü'n-Nefis'in ölümünden önce sadece 80 adet yayınlamayı başarabilmiş ve eser eksik kalmıştır. Zamanla, eserlerinin çoğu kaybolmuş veya dünyanın dört bir yanına dağılmıştır. 60  

 

Max Meyerhof tarafından tercüme edilen el yazmasındaki başlıca tespitler şöyledir;

 

  • “ Kalp, ancak ve ancak kendi bünyesi içinden geçen damarlar aracılığı ile beslenir.”
  • “ Kan, akciğerleri beslemek için değil, temiz hava götürmek için yayılır.”
  • “ Akciğere giden damarla, akciğerden dönen damar arasında, dolaşımı tamamlayan bağlantılar mevcuttur. “
  • “ Akciğer toplardamarı, önceden zannedildiği gibi, hava veya is ile değil, kan ile doludur.”
  • “ Akciğer atardamarının duvarı, akciğer toplardamarının duvarından daha kalındır.”
  • “ Kalp odacıkları arasındaki bölmede geçit yoktur. Kan, dolaşımını kalpte tamamlar.”
  • “ Kanın sol boşluğa geçmesi akciğerler yolu ile olmakladır. Sağ boşluktan akciğerlere gelen kan, burada ısınmakta ve hava ile karıştıktan sonra, akciğer toplardamarı yolu ile sol boşluğa geçmektedir.” 59 
  • Kalpte üç ventrikül olduğunu reddetti ve doğru olanın iki ventrikül olduğunu belirtti. 11

 

İbnü'n-Nefis anatomik bilgisine dayanarak şöyle demiştir:

 

Kalbin sağ odasından gelen kanın sol odaya ulaşması gerekir, ancak aralarında doğrudan bir yol yoktur. Kalbin kalın septumu delikli değildir ve bazılarının düşündüğü gibi görünür gözeneklere veya Galen'in düşündüğü gibi görünmez gözeneklere sahip değildir. Sağ odacıktan gelen kan, vena arterioza (pulmoner arter) yoluyla akciğerlere akmalı, maddelerine yayılmalı, orada hava ile karışmalı, arteria venosadan (akciğer damarı) geçerek kalbin sol odasına ulaşmalı ve orada hayati ruhu oluşturmalıdır. 60

 

İbnü'n-Nefis aynı zamanda, kalpten ziyade beynin düşünme ve duyumdan sorumlu organ olduğu görüşünü destekleyen birkaç hekimden biriydi. Galen'in kalbin nabzının atardamarların tunikleri tarafından yaratıldığı teorisine de katılmıyordu. "Nabzın kalp atışının doğrudan bir sonucu olduğuna, hatta arterlerin kalbe olan mesafelerine bağlı olarak farklı zamanlarda kasıldığını ve genişlediğini gözlemlediğine inanıyordu. Ayrıca, kalp genişlediğinde arterlerin kasıldığını ve kalp kasıldığında genişlediğini doğru bir şekilde gözlemledi. 60

 

Pulmoner dolaşımın keşfi, insan vücudu hakkındaki anlayışımızı köklü bir şekilde değiştirmiştir. İslam geleneğinde diseksiyonun (kesip biçerek öğrenme) yasak olmasına rağmen, İbnü'n-Nafis'in bu keşfi tanımlamak için klinik ve fizyolojik gözlemlere ek olarak diseksiyon sonuçlarını kullandığını belirten Patrice Le Floch-Prigent ve Dominique Delaval gibi insan anatomisi uzmanları bulunmaktadır. Bu da İbnü'n-Nafis'in, İbni Sina gibi bilimsel yöntemlere ve akılcı düşünceye verdiği önemi göstermektedir. 60

 

İbnü'n-Nefis, metabolizma kavramını açıklayan ilk kaynaklardan biri olarak bilinir. Onun açıklamasına göre, insan vücudu ve onun her bir parçası, sürekli olarak yıkım ve yenilenme sürecindedir. Bu süreçler nedeniyle, vücut ve onun parçaları devamlı bir değişim içindedir. Bu değişim, yaşamın temel bir özelliği olarak kabul edilir ve vücudun sağlıklı işleyişinin bir parçasıdır. İbnü'n-Nefis'in bu gözlemleri, modern bilimin metabolizma anlayışının temellerini oluşturmuştur. 60

 

İbni Nefis'in bilimsel çalışmaları, siyasi çalkantılar ve kültürel muhafazakarlık yüzünden ya kendisi, ya sevenleri ya da düşmanları tarafından yok edildiği yıllarda, eğer biri pulmoner arter hipertansiyonu (PAH) şikayetiyle başvurmuş olsaydı, bu hastanın varlığı da izini sürecek bir araştırmacı çıkana kadar tarihin karanlıklarında kaybolup gidebilirdi. 

 

 

Eğer Scotty bizi İbn Nefis'ın dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendimize saklamayı tercih edebilirdik.

 

Pulmoner dolaşımı keşfetmesine rağmen, tıbbi araştırmaları ortadan kaldırılmış ve ancak 700 yıl sonra gün yüzüne çıkmışken, İbn Nefis şöyle diyebilirdi: “Şikayetleriniz pulmoner dolaşımla ilgili bir sorunu işaret ediyor. Ancak vücut bütünlüğünüz, tüm şikayetlerinizden daha değerli. Daha sağlıklı bir inceleme için, 700 yıl sonrasına bir randevu almanızı öneririm.

 

1400’lü Yıllarda Bir Adım Geri, Bir Adım İleri

 

 

Mondino de Luzzi (1276-1326)

 

1316 

 

Onuncu yüzyılda Avrupa’da tıp eğitimi, Salerno Tıp Fakültesi’nin kurulmasıyla yeniden canlandı. Ancak, İbni Nefis’in dolaşım sistemi keşfinden habersiz olan Mondino de Luzzi, 1316’da Bologna’da berberine insan diseksiyonları yaptırdı. 11 

 

İskenderiye okulunda yaygın olan insan kadavralarının diseksiyonu, yasal ve dini yasaklar nedeniyle MS 200'den sonra durdurulmuştu. Bu yasağın kalkmasının ardından, Mondino, Ocak 1315'te Bologna'da idam edilmiş bir kadın mahkum üzerinde ilk halka açık diseksiyonunu gerçekleştirdi. 88

 

 

O dönemin standart uygulaması olarak, anatomi profesörleri büyük, gösterişli sandalyelerde oturup metinlerden yüksek sesle okurken, genellikle uzman olmayan bir gösterici – bu durumda bir berber – gerçek diseksiyonu yapardı. Bu tür teatral gösteriler, yanlış sonuçlara ulaşılmasını oldukça kolaylaştırıyordu. 88

 

Mondino'nun 1316'da yazdığı “Anathomia corporis humani (İnsan Vücudunun Anatomisi)” eseri, modern diseksiyon kılavuzlarının ilk örneği ve ilk gerçek anatomik metin olarak kabul edilir. 88 

 

Ancak, bu dönemdeki yanlış uygulamalar anatomik bilgide yanlış sonuçlara ve kardiyovasküler sistem anlayışında antik Yunan teorilerinin yeniden benimsenmesine yol açtı. Mondino, Aristoteles'in üç ventrikül teorisini ve Galen'in interventriküler septumda gözenekler olduğunu savunan kan akışı teorisini kabul etmiş, fakat kulakçıkları (atriyumları tanımlamamıştır. 11 

 

Berengario da Carpi (1460-1530)

 

1521 

 

Jacopo Berengario da Carpi, 1521 yılında yayımladığı "Commentaria Cum Amplissimis Additionibus Super Anatomia Mundini" (Mundinus'un Anatomisi Üzerine Genişletilmiş Yorumlar) adlı eseriyle anatomi alanında çığır açtı. Bu kitap, insan vücudunun anatomisini ayrıntılı çizimlerle destekleyen ilk önemli metinlerden biri olma özelliğini taşıyordu89

 

Berengario, kendi gerçekleştirdiği ceset diseksiyonları sayesinde önemli anatomik keşiflerde bulundu. Kalbin yapısını detaylı bir şekilde inceleyerek, iki ventrikül (büyük oda) ve iki atrium (küçük oda) ile bunlar arasındaki yarı ay şeklindeki atrioventriküler kapakların varlığını ortaya koydu. Bu bulgularıyla, antik Yunan ve İskenderiye okulunun, özellikle Herophilos ve Erasistratus'un çalışmalarını yeniden gün ışığına çıkardı ve daha da ileri taşıdı11 

 

Ayrıca Berengario, kalbin düzgün çalışmasında kritik rol oynayan subvalvar aparatın bir bileşeni olan papiller kasların varlığını da tespit etti. Bu kaslar ve kapaklar, kalpteki kan akışının doğru yönde gerçekleşmesini sağlayan önemli yapılardır11 

 

Bu çalışmalarıyla Berengario da Carpi, Rönesans döneminde anatomi biliminin gelişimine önemli katkılarda bulundu ve modern tıbbın temellerinin atılmasına yardımcı oldu. 

 

 

 

11- Leonardo da Vinci (1452-1519)

 

1500 Dönemin Bilgisayarlı Tomografik Görüntüleme Uzmanı

 

Leonardo di ser Piero da Vinci, Rönesans döneminin en etkileyici figürlerinden biri olarak, birçok disiplinde ustalaşmış bir İtalyan dahiydi. Ressam olarak tanınmakla birlikte, aynı zamanda mucit, mühendis, bilim insanı, teorisyen, heykeltıraş ve mimar olarak da görev yaptı. Leonardo, sadece sanat alanındaki başarılarıyla değil, aynı zamanda anatomi, astronomi, botanik, haritacılık, resim ve paleontoloji gibi çeşitli alanlardaki çizimleri ve notlarıyla da ünlü oldu. 63 Leonardo'ya göre görme, insanın en yüksek duyusuydu, çünkü deneyimin gerçeklerini hemen, doğru ve kesin bir şekilde iletmek tek başınaydı. Bu nedenle, algılanan her fenomen bir bilgi nesnesi haline geldi ve saper vedere ("görmeyi bilmek") çalışmalarının ana teması haline geldi. 102 Leonardo'nun ayrıntılı anatomik çizimleri, vücudun iç yapısını gösteren teknolojilerin olmadığı bir dönemde tıp bilimine önemli katkılarda bulunmuştur. Yaptığı diseksiyonlardan elde ettiği bilgileri, o dönemin koşulları altında, sanki modern bir bilgisayarlı tomografiyle yapılmış gibi detaylı bir şekilde çizimlerine aktarmıştır.

 

Felsefeci Pico della Mirandola (1463-1494), 1486 yılında yazdığı 'De hominis dignitate (İnsan Onuru Üzerine)' adlı eserinde, insanın görevinin Tanrı tarafından yaratılan dünyanın güzelliğini anlamak için "akıl ve düşünce" ile donatıldığını ifade etmiştir. Bu bağlamda, Leonardo da Vinci'nin eserleri ve çalışmaları, insan aklının ve yaratıcılığının sınırlarını zorlayan bir dönemin tanıklığı niteliğindedir. 90

 

Leonardo, Floransa'da zengin bir noter olan Ser Piero'nun gayrimeşru oğluydu. Neredeyse gizli bir şekilde, Floransa yakınlarındaki küçük bir köyde büyütüldü. Eğitimiyle bir rahip ve amcası ilgilendi. O dönemde, Leonardo'nun gidemediği normal okullarda, öğrencilerin sol elini yazı yazmak için kullanmalarına izin verilmiyordu; tüm öğrenciler sağ elini kullanmak zorundaydı. Buna karşın, Leonardo sol elini serbestçe kullanabiliyor ve sağdan sola doğru yazıyordu. Latin veya Yunanca öğrenme fırsatı bulamadığı için, o zamanın önemli ders kitaplarını, Galen'in Anatomi'si dahil, okuyamıyordu. Çok yönlü bir deha olan Leonardo, kendini sık sık "omo sanza lettera" (eğitimsiz bir adam) olarak tanımlayacak kadar mütevaziydi. Bu sayede, geçmişin batıl inançları ve hatalarıyla dolu çağdaş bilgiden etkilenmedi ve bağımsız bir eğitim alarak bundan yararlandı. 92 

 

Leonardo, genç yaşta insan vücudunun sırlarını çözmeye odaklanmıştı. Yirmi yaşlarında, o dönem için oldukça nadir olan insan diseksiyonları yaparak anatomiyi incelemeye başladı. Sanatçı olması, ona bu alanda özel izinler sağladı; çünkü o zamanlar insan bedenini kesmek ve incelemek genellikle yasaktı. Bu, dönemin şartları düşünüldüğünde oldukça istisnai bir durumdu. Her ne kadar ilerici bir karar gibi görünse de, 16. yüzyılın başlarında, yenilikçi fikirlere sahip olmak ve bunları uygulamak günümüzdeki kadar kolay değildi. Engizisyon, Roma Katolik Kilisesi'nin otoritesine karşı artan muhalefete tepki olarak, yeni düşünce ve fikirlere karşı giderek daha sert bir tutum sergilemeyi benimsemişti. Leonardo, bu baskıcı ortamda çalışmalarını büyük bir dikkat ve gizlilik içinde yürütmek zorunda kaldı. Engizisyon'un artan baskısı nedeniyle, muhtemelen tüm eserlerini yayınlayamadı ve çalışmalarının büyük bir kısmını gelecek nesillere ulaştırma umuduyla sakladı. Bu durumun en çarpıcı kanıtı, Leonardo'nun kalp ve kan dolaşımıyla ilgili çizimlerinin yanında yer alan "...Eğer izin verilseydi daha fazlasını anlatabilirdim..." notudur. Bu not, dönemin tartışılmaz kabul edilen konularında bile Leonardo'nun daha derin bilgilere sahip olduğunu ve dönemin bilimsel ve dini engelleri nedeniyle bilgilerini tam anlamıyla paylaşamadığını göstermektedir. Engizisyon'un baskısı ve Galen gibi otoritelerin "Ipse dixit" (Üstat öyle dedi) anlayışıyla oluşturulan tıbbi dogmalar, Leonardo'nun özgürce ifade edebilmesinin önündeki başlıca engeller arasındaydı. 90,92 

 

Leonardo'nun çalışmalarının ileri görüşlülüğü, yüzyıllar sonra bile takdir edilmeye devam etti. Örneğin, 1969'da Bellhouse'un aort kapaklarının mekanikleri üzerine yaptığı karmaşık deneyler, Leonardo'nun 450 yıl önce gerçekleştirdiği çalışmaların bir benzeri niteliğindeydi. Bellhouse, şeffaf bir aorta modelini su ile doldurarak ve suya küçük parçacıklar ekleyerek akış desenlerini görselleştirmişti. Robicsek, Leonardo'nun benzer deneyleri çok daha önce yaptığını belirterek, onun bilimsel öngörüsünü vurguladı. 90

 

Leonardo, insan vücudunun yapısını ve işleyişini anlamak için 1506 yılında 100 yaşındaki bir adamın otopsisini yaparak derinlemesine anatomik çalışmalarına başladı. Daha önce hayvanların - öküzler, atlar, bir ayı ve kuşlar - otopsilerini ve çizimlerini yapmıştı, ancak ilk insan çizimleri genellikle insan vücudunun yapısı, işlevleri ve bağlantıları hakkındaki bilinen yanlış bilgileri yansıtıyordu. İlk insan kafatasını 1489 yılında edindi. Leonardo,1490 dolaylarında, Pavia'da Teorik Tıp Profesörü Marcantonio Della Torre (1481-1511) ile tanıştı. Marcantonio'nun bilgisi, Galen'in klasik çalışmalarına dayanıyordu. Leonardo, "De humanis corpore" (İnsan Vücudu) adlı bu ders kitabını birçok illüstrasyonla yazmayı planladı. Kendisi şöyle demişti: "Anatomik bir yapının özelliklerini çok fazla bilgi ve ayrıntıyla saatlerce açıklayabilirsiniz, ama iyi yapılmış bir çizimin doğruluğuna asla ulaşamazsınız." 1511'de Marcantonio'nun vebadan ölmesinin ardından, iki yıl sonra Leonardo büyük anatomik projesini terk etti. Leonardo, 1513 yılına, yani 60 yaşına kadar, insan anatomisi üzerine dikkatli çalışmalarını sürdürdü; ancak bu süreçte planlanan ders kitabı hiçbir zaman yayımlanmadı. Onun olağanüstü çizimleri ve notları yüzyıllar boyunca yayınlanmadı ve keşfedilmedi, ancak yaklaşık 300 yıl sonra kamuya açılabildi. 1489 ile 1513 yılları arasında yaklaşık 30 ceset üzerinde çalıştı. Bir sanatçı, heykeltıraş ve mühendis olarak da Vinci, vücudun nasıl yapılandırıldığını ve nasıl çalıştığını, ayrıca duyguların nereden geldiğini ve nasıl ifade edildiğini bilmek istiyordu. Kaslar, sinirler ve damarlar üzerine yaptığı titiz çizimler mühendislik becerisini yansıtıyordu, ancak vücut fonksiyonları hakkındaki eski düşüncelerden sıyrılmakta zorlandı, yine de dikkatli ve deneyime dayalı çalışmaları sonunda bu bilgilere ulaştı. 90,92 

   

Üç beyin boşluğunda dört mizaç bulunmadığını, kan sisteminin merkezinde karaciğer değil, kalbin olduğunu keşfetti ve ateroskleroz ile karaciğer sirozu hastalıklarını tanımlayan ilk kişi oldu. Beyin boşluklarının anatomik yapısını tanımlamak için erimiş balmumu kullandı ve aort kapakçığında kan akışını incelemek için içinde çimen tohumları bulunan su kullanarak bir cam aorta modeli yaptı. Koroner sinüsleri Antonio Maria Valsalva (1666 -1723)nın adını vermesinden neredeyse 200 yıl önce tanımladı ve Harvey'den 120 yıl önce, kan dolaşımı fikrine çok yaklaşmıştı. 91

 
 
Kalp ve Kan Dolaşımı
 
Leonardo, Marcantonio della Torre'den öğrendiği kabul görmüş teorilerden, kendi deneylerine dayanan yeni fikirlerine yavaş yavaş geçti. "Kalp, kendiliğinden kasılan bir kastır," diye belirtiyordu. 90,91 Bu ifadeyle, kalbe manevi anlamlar yükleyen, onu ruhun, iyiliğin veya duyuların merkezi oolarak gören tüm kutsal görüşlerden vazgeçerek, kalbi sadece mekanik bir organ olarak tanımlayan devrimci bir bakış açısı geliştirdi.
 
Leonardo, atan kalpteki kanın hareketini analiz etmek için domuzlar üzerinde in vivo (canlı içinde) çalışmalar yaptı. Küçük metalik izleyiciler kullanarak, kalbin ve kapakçıklarının kan akışını inceledi. Ayrıca, boğa kalbinin balmumu kalıplarını yaparak, kalpten akan kanın hidrolik özelliklerini inceleyen cam modeller oluşturdu. Bu sayede, insan dolaşımını taklit eden bir in vitro (cam içinde) dolaşım modeli geliştirdi. 90
 
Aortun, kılcal damarlar aracılığıyla cilde kadar uzanan arteriyel kan yoluyla tüm vücuda kan, kalori ve enerji sağladığını anladı. Bronşları en küçük dallarına kadar ayrıntılı olarak inceledi ve her bir bronş dalının, pulmoner arterin bir dalıyla birlikte olduğunu belirtti. Bu gözlemlerden yola çıkarak, bronşların bronşiyal arterlerden hava taşıdığını ve venöz kanın kalbe dönmeden önce akciğerlerde oksijenlendiğini varsaydı. Koroner arter ve venlerin anatomisini de ayrıntılı bir şekilde inceledi ve kalbin kendisini beslediği sonucuna vardı. 90
 
Türbülansları (akışkanların düzensiz ve kaotik hareketi) ve kan akışını görselleştirmek için tohumlar kullandı. Nehirlerdeki su akışının dinamiklerini inceledi, akış modellerini göstermek için renkler kullandı. Nehrin yan duvarlarındaki sürekli stresi "Su sürekli kıyılara karşı sıçrıyor ve zaman geçtikçe nehrin akışı daha da dolambaçlı hale geliyor" şeklinde tanımladı. Nehirlerin merkezindeki ve sınırlarına yakın akış özelliklerini farklı renklerle belirledi ve bu bulguları atardamarlardaki kan akışına aktardı. 90
  
Leonardo, ventriküller genişlediğinde her iki atriyumun da kasıldığını ve kanın atriyumdan ventriküllere aktığını açıkladı. Sağ atriyum ve ventrikül, sol taraftakilere göre daha büyüktür. Hidrolik mühendisliğine özel bir ilgi duyan Leonardo, kalp kapakçıklarının anatomisini inceledi ve kapakçıkların "...üstte endokard (kalbin iç zarı) ve altta kaslarla kaplı olduğunu..." belirtti. Dört kapakçığın da tamamen açılıp kapanması gerektiğini, aksi takdirde kalbin yeterince çalışmayacağını ve atriyumlardaki kanın ventriküllere geri kaçacağı sonucuna vardı. 90

İlginçtir ki, Leonardo Pavia'daki bilim insanlarıyla işbirliği sonrasında, Pavia Üniversitesi'nde Realdo Colombo (1516-1559) ve Andrea Cesalpino (1520-1603) kan dolaşımı üzerine yeni teoriler geliştirdi. Bu teoriler, komşu Padua Üniversitesi'nde Fabricius Acquapendente (1537-1619) tarafından daha da ilerletildi ve neredeyse bütün gelişmeler gizli tutuldu. Cambridge Üniversitesi'nden genç bir öğrenci olan William Harvey (1578-1657), Acquapendente'nin asistanı olarak Padua'da eğitim gördü ve 1602'de mezun oldu. 90

William Harvey, 1628'de "Exercitatio Anatomica de Motu Cordis et Sanguinis" (Kalp ve Kanın Hareketi Üzerine Anatomik Çalışma) adlı eserini yayınladı ve modern kardiyovasküler fizyolojinin temellerini attı. Oksijenasyon kavramı ise Marcello Malpighi (1628-1694) tarafından 1661'de "De Pulmonibus Observationes Anatomicae" (Akciğerler Üzerine Anatomik Gözlemler) çalışmasında tanımlandı. Bu çalışma, venöz kanın akciğerlerde nasıl oksijenlendiğini ve kalbe dönmeden önceki süreci açıklar, böylece William Harvey'in dolaşım teorisini tamamlar. 90 Tüm bu gelişmeler dolaşım sisteminin keşfinde domino etkisi yaratmıştır.

Leonardo, engellere ve ekonomik zorluklara rağmen bilimsel çalışmalarına ve yenilikçi fikirlerine devam etti. Roma'da (1513-1516) büyücülükle suçlandı, ancak Papa'nın kuzeniyle olan ilişkisi sayesinde hapse girmekten kurtuldu. İnsan diseksiyonları yaptığının ortaya çıkmasının ardından laboratuvarı yok edildi ve "Laboratuvarımı mahvettiler" demekle yetindi. Güneş enerjisini kullanarak bir buharlı motor tasarlama girişimi de işbirlikçilerinin çalışmayı bırakıp kaçmasına ve bu yenilikçi fikrin "kara büyü" olarak damgalanmasına yol açtı. 92

 

Leonardo, kendi zamanı için ve sonraki yüzyıllar için alışılmadık olan ampirik (deneye dayalı) bir araştırma yöntemi kullanarak çalıştı ve fikirlerini gerçeğe dönüştürme cesaretini gösterdi. O, "Matematikle kanıtlanamayan hiçbir şey gerçek bilim olamaz" diyen Leonardo, aynı zamanda doğaya bakma ve laboratuvarda belirli deney koşullarını uygulama cesaretine sahipti. "Doğa, kendi yasalarının zekası tarafından yönetilir" düşüncesiyle bilimi şekillendirdi. Leonardo'nun doğayı gözlemleme ve deneylerle anlama çabası, bilim ve sanatı bir araya getirerek yenilikçi sonuçlara ulaşmasını sağladı. Ona göre, bilimin ilerlemesi, sanat ve bilimi ilişkilendirme ve sezgilerimizi takip etme cesaretine sahip olmayı gerektirir. Bir bilim insanı, en azından ruhunda bir sanatçı olmalıdır. 92

 

Leonardo'nun çalışmaları, yalnızca kendi çağını değil, gelecek yüzyılları da etkileyen bir bilimsel miras bıraktı. Engizisyon'un baskılarına rağmen, bilimsel merakını ve araştırma azmini korudu ve anatomi ile fizyoloji alanlarında çığır açıcı keşiflere imza attı. Bu çabalar, Rönesans'ın bilimsel mirasını oluştururken, modern tıbbın gelişimine önemli bir temel oluşturdu.

 

 

Eğer Scotty bizi Leonardo da Vinci'nin dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kendimize saklamayı tercih edebilirdik.

 

Engizisyonun ağır baskısı altında, ne biz hastalar PAH'tan yakınmaya cesaret edebilirdik ne de doktorlar böyle bir teşhisi koymaya. Toplumdan gizlenen bir cemiyet gibi, nadir hastalıklarla savaşarak kendi dünyamızda yaşardık.

  

 

 

12- Michael Servetus (1511-1553)

 

1553 Pulmoner Dolaşımının İşlevini Tanımlayan İlk Avrupalı

 

Michael Servetus, teoloji eğitimi almış bir anatomi uzmanıydı ve tıp tarihinde pulmoner dolaşımın işlevini tanımlayan ilk Avrupalıydı. 1553'te yayımlanan "Christianismi Restitutio (Hristiyanlığın Yeniden Kuruluşu)" adlı eserinde, İbn-i Nefis'ten yaklaşık 300 yıl sonra pulmoner dolaşımı birkaç sayfada detaylı bir şekilde anlatmıştır. 11,65

Servetus'un pulmoner dolaşım hakkındaki görüşleri, dönemine göre oldukça ileriydi. O, kanın sağ ventrikülden akciğer kapillerleri aracılığıyla kalbin sol tarafına geçtiğini ileri sürdü. Bu, o zamanın yaygın inanışı olan interventriküler septumda gözenekler olduğu fikrine karşıydı. Ayrıca, kanın akciğerlerde havayla karıştığını ve kan rengindeki değişimin burada gerçekleştiğini savundu. 11

 

Servetus'un en önemli gözlemlerinden biri, akciğer arterinin boyutu hakkındaydı. Bu damarın, sadece akciğerleri beslemek için gereğinden çok daha büyük olduğunu fark etti. Bu gözlem, onu kanın akciğer arterinden kan damarları aracılığıyla akciğer venlerine aktığı sonucuna götürdü. Bu fikirler, o dönemde yaygın olan anatomik kesit incelemelerinden kaynaklanıyordu. 11 

 

Ancak Servetus'un bilimsel keşifleri, ne yazık ki dönemin dini ve politik ortamında büyük sorunlara yol açtı. "Christianismi Restitutio" adlı eserinde, pulmoner dolaşım hakkındaki açıklamalarının yanı sıra, Hıristiyanlığın bazı temel öğretilerini de sorguladı. Üçlü Birlik (Teslis) inancını ve bebek vaftizini reddetmesi, onu Engizisyon'un hedefi haline getirdi. 65

 

27 Ekim 1553'te Cenevre yakınlarındaki Champel Platosu'nda sapkınlık (kafirlik) suçlamasıyla ölüme mahkum edildi ve kendi yazdığı kitaplarla birlikte diri diri yakılarak idam edildi. Bu olay, bilim tarihinde dini dogmaların bilimsel ilerlemeyi nasıl engelleyebildiğinin acı bir örneği olarak kabul edilir. 65

 

Servetus'un çalışmaları, 75 yıl sonra William Harvey'in kan dolaşımını keşfetmesine zemin hazırlamıştır. Servetus'un kaderi, bilim ve din arasındaki gerilimin hangi noktalara varabileceğinin trajik bir örneğini sunar. Servetus'un hikayesi, bilimsel keşiflerin bazen büyük kişisel riskler pahasına gerçekleştiğini ve bilgi arayışının her zaman kolay bir yolculuk olmadığını hatırlatır. Bugün Servetus, hem bilimsel katkıları hem de düşünce özgürlüğü uğruna verdiği mücadele ile anılmaktadır. 11,65

 

 

Eğer Scotty bizi Michael Servetus'un dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH hakkındaki şikayetlerimizi kesinlikle kendimize saklamayı tercih ederdik.

 

Pulmoner dolaşımı keşfeden Michael Servetus, Engizisyon tarafından diri diri yakılmıştı.

 

O dönemde PAH ile ilgilenen bir hekim, çalışmaları nedeniyle benzer bir kaderle karşılaşabilirdi. Bu tehlike, hem hastaların şikayetlerini dile getirmekten çekinmelerine hem de hekimlerin PAH üzerine araştırma yapmaktan kaçınmalarına neden olurdu.

 

 

 

 

Dolaşım Sisteminin Tarihçesi - Özgür Düşüncenin Bedeli ve Bilimin Cesur Yüzleri

 

İnsanoğlunun en temel özelliklerinden biri, doğuştan gelen merak ve anlama arzusudur. Bu arzu, çocukluktan itibaren dünyayı keşfetme çabamızla başlar ve hayatımız boyunca devam eder. İşte bu sürekli bilgi arayışının en saf hali, felsefedir - kelime anlamıyla "bilgelik sevgisi".

 

Felsefe ve bilim, insanlık tarihinin en değerli miraslarıdır. Bu iki alan, sorgulama ruhuyla beslenir ve ilerlemenin temelini oluşturur. Ancak, bu ilerleme yolu her zaman düz ve engelsiz olmamıştır.

 

İnsanlar yaşlandıkça, alışkanlıklarına ve mevcut düzene bağlanma eğilimi gösterebilirler. Bu durum, değişime karşı bir direnç oluşturarak statükonun korunmasına yol açabilir. Fakat her dönemde, bu rahatlık alanından çıkmaya cesaret eden, mevcut düzeni sorgulayan ve değişimi arzulayan bireyler var olmuştur.

 

Bu sorgulayıcı bireyler, toplumun genel eğilimlerine meydan okuyarak bilgi ve düşünce özgürlüğünün sınırlarını genişletirler. Ne var ki, bu tutum onları sıklıkla toplum için bir "tehdit" olarak algılanmalarına neden olur. Çünkü sorgulamak, var olan düzeni sarsar ve değişim potansiyeli taşır.

 

Tarih, düşünce özgürlüğü uğruna mücadele eden sayısız düşünür ve bilim insanının hikâyeleriyle doludur. Bu cesur bireyler, çoğu zaman baskı ve zulme maruz kalmış, hatta bazıları hayatlarını kaybetmiştir. Ancak onların fedakârlıkları ve kararlılıkları sayesinde, düşünce özgürlüğü ve bilimsel ilerleme bugünkü seviyesine ulaşabilmiştir.

 

Sonuç olarak, felsefe ve bilim, insanlığın ilerlemesinde vazgeçilmez bir role sahiptir. Sorgulayan, eleştiren ve yeni fikirler üreten bireylerin varlığı, toplumların gelişmesi için hayati önem taşır. Bu nedenle, düşünce özgürlüğünü korumak ve teşvik etmek, sadece bireylerin değil, tüm insanlığın sorumluluğudur. Ancak bu şekilde, bilgi arayışımız devam edebilir ve medeniyetimiz ilerleyebilir.

 

Antik Çağ

 

Pisagor (M.Ö. 570–495), antik Yunan'da yaşamış, matematik ve felsefe alanlarında çığır açan bir düşünürdür. Adını taşıyan meşhur teorem sayesinde bugün bile matematik derslerinde anılan Pisagor, aslında çok daha geniş bir etkiye sahip olmuştur. Matematikteki katkılarının yanı sıra, Pisagor kendi adıyla anılan felsefi ve dini bir hareketin de kurucusuydu. Bu hareketin merkezi, kurduğu Pisagor Kardeşliği okuluydu. Bu okul, sadece matematik değil, aynı zamanda müzik, astronomi ve etik gibi çeşitli alanlarda da eğitim veriyordu. 

 

Pisagor Kardeşliği, dönemin diğer okullarından farklı bir yapıya sahipti. Okula sadece en parlak zekalara sahip kişiler kabul ediliyordu. Dahası, okulda öğretilen bilgiler sır olarak saklanıyor, dışarıya aktarılmıyordu. Bu gizlilik ve seçicilik, okulun etrafında bir gizem oluşturuyordu. Ancak, bu seçici yaklaşım beraberinde sorunlar da getirdi. Okula kabul edilmeyen kişiler arasında hoşnutsuzluk baş göstermeye başladı. Bu hoşnutsuzluk, sonunda şiddetli bir isyana dönüştü.

 

Anlatılanlara göre, Kylon adında biri, okula kabul edilmeyince Pisagor Kardeşliği'ne karşı bir ayaklanma başlattı. Halkı yanına çekerek okula saldırdı. İsyancılar, okulun çevresini sardı, kapıları kapatıp binayı ateşe verdi. Öğrencileriyle birlikte Pisagor bu saldırıda öldürüldü. Böylece, antik dünyanın en önemli düşünce okullarından biri, şiddet yoluyla son bulmuş oldu. 93,94

 

Sokrates (M.Ö. 470–399), Antik Yunan filozofu ve Batı felsefesinin kurucularından biri olarak kabul edilir. Sokrates, yazılı bir eser bırakmamış olmasına rağmen, onun felsefi fikirleri öğrencileri Platon ve Ksenophon tarafından kaydedilerek günümüze kadar aktarılmıştır. “Kimseye hiçbir şey öğretemem, sadece onların düşünmelerini sağlayabilirim" diyerek, "Bilgiyi aktarmak değil, düşünmeyi öğretmek" anlayışıyla tanınan Sokrates, "kendini tanı" ilkesiyle insanları içsel bir sorgulamaya yönlendirmiştir. Ancak, geleneksel tanrılara inanmayı reddetmesi ve gençleri bu yönde etkilemesi nedeniyle Atina'da dinsizlikle suçlanarak idama mahkûm edilmiştir. İdamından önce vedalaşmak için yanına gelen eşi, "Ah, bu kötü adamlar seni haksız yere öldürecekler" diye ağlamış, buna karşılık Sokrates, "Evet, haksız yere öldürecekler, haklı yere öldürseler daha mı iyiydi?" diye cevap vermiştir. Zakkumdan yapılan zehirli bir içecek ile idam edilmiştir. 93,95

 

Hypatia (370–415), Antik Çağ'ın en seçkin bilim insanlarından biri olarak tarihe geçmiştir. İskenderiye'de yaşayan bu olağanüstü kadın, matematik, astronomi ve felsefe alanlarında çığır açan çalışmalarıyla tanınır. Hypatia'nın bilimsel katkıları, kendi döneminin çok ötesine uzanan bir etkiye sahip olmuştur. Matematikte, konik kesitler üzerine yaptığı çalışmalar geometri alanında önemli ilerlemeler sağlamıştır. Astronomide, gök cisimlerinin hareketleri üzerine yaptığı gözlemler ve teoriler, daha sonraki astronomların çalışmalarına temel oluşturmuştur. Felsefede ise, Neoplatonizm akımının önde gelen temsilcilerinden biri olarak, akıl ve mantığın önemini vurgulamıştır. Hypatia'nın fikirleri, kendisinden yüzyıllar sonra yaşayan bilim insanlarını bile etkilemiştir; örneğin, Kopernik'in 800 yıl sonra ortaya koyduğu güneş merkezli evren modelinin, Hypatia'nın varsayımlarından ilham aldığı düşünülmektedir. Hypatia'nın yaşadığı dönem, Antik Çağ'ın sonlarına denk gelir ve bu dönemde İskenderiye, dini ve politik çatışmaların merkezindeydi. Paganizm ile Hıristiyanlık arasındaki gerilim, kent yaşamının her alanını etkiliyordu. Hypatia, doğayı mantık, matematik ve deney yoluyla açıklamaya çalışan bilimsel yaklaşımıyla, dönemin dini dogmalarına ters düşüyordu ve bu durum, onu tehlikeli bir konuma soktu. İskenderiye piskoposu Cyril (376-444), Hypatia'nın fikirlerini tehlikeli ve sapkın olarak nitelendirdi. 415 yılının Mart ayında, Hypatia korkunç bir saldırıya uğradı; okulunun kapısında savunmasız bir halde yakalandı, taşlandı, işkence edildi, istiridye kabuğuyla deris yüzüldü ve linç edilerek öldürülmüştür. 93,96

 

Orta Çağ (476-1453) ve Rönesans Dönemi (14. - 17. Yüzyıl)

 

İbni Sina (980-1037), daha önce geniş bir şekilde ele alınmıştır. Özetle, bilimsel çalışmaları ve sorgulamaları sonucunda sapkın (kafir) ilan edilerek sürgün hayatı yaşamıştır. 46

 

İbn Nefis (1210-1288), daha önce geniş bir şekilde ele alınmıştır. Özetle, bilimsel çalışmaları ya kendisi, sevenleri veya hasımları tarafından yok edilmiştir. Ancak, çalışmaları 1924 yılında, 700 yıl sonra yeniden keşfedilmiştir. 60

 

Roger Bacon (1220-1292), 13. yüzyılın önemli düşünürlerinden biri olarak bilinir ve bilimsel yöntemin ile deneysel bilimin erken savunucularındandır. Öğretmeni Robert Grosseteste (1175 -1253) ile birlikte bu bilimsel yaklaşımın Avrupa'da yayılmasına öncülük etmiştir. Bacon, İbn-i Sina'nın eserlerinden etkilenmiş ve onu Aristoteles'ten sonraki en büyük filozof olarak görmüştür. Bilimsel yöntemi ve deneysel bilimin önemini vurguladığı "Büyük Eser (Opus Majus)" adlı çalışmasında bu konuları detaylı bir şekilde ele almıştır. 93,97

 

Zamanının çok ötesinde fikirler üreten Bacon, denizaltı, otomobil ve uçak gibi modern araçları öngörmüştür.Ona göre, insan gücüne bağımlı olmadan hareket edebilen seyir makineleri, hayvan gücüne ihtiyaç duymadan çalışan arabalar ve uçan makineler mümkündü. 97 Roger Bacon, 13. yüzyılda "Perspectiva (Perspektif yani optik)" adlı eserinde şöyle yazdı: "En küçük toz ve kum parçacıklarını, onları görebileceğimiz açının büyüklüğü nedeniyle sayabiliriz." Bu, mikroskobik gözlemin erken bir öngörüsü olarak kabul edilebilir. 106

 

Bacon, bilimsel ilerlemenin önündeki engelleri şöyle sıralamıştır:

 

  • Otoriteye körü körüne bağlılık
  • Skolastik gelenek (bilgiyi dogmalara uydurmaya çalışan yaklaşım)
  • Eğitim yetersizliği
  • İnsanların cahilliklerini gizleme eğilimi

 

Bacon’ın ilerici fikirleri, dönemin otoriteleriyle çatışmasına yol açmış ve dini ile siyasi yetkililerle sürekli tartışmalara neden olmuştur. Bu tartışmalar sonucunda 14 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. 97

 

Nikolas Kopernik (1473-1543), Polonyalı astronom ve matematikçi, "De revolutionibus orbium coelestium" (Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine) adlı eserinde, yer merkezli evren modelini reddederek, Güneş'in merkezde olduğu heliosentrik modelini önermiştir. Bu devrimci görüş, dönemin dini otoriteleri tarafından baskıya uğramış ve ancak Kopernik'in ölümünden hemen önce, 1543'te yayımlanabilmiştir. Eser, gezegenlerin Güneş etrafında döndüğünü savunarak astronomi tarihinde önemli bir dönüm noktası yaratmış, ancak dini doktrinlerle çeliştiği için uzun süre gizli kalmak zorunda kalmıştır. Kopernik, ölüm döşeğinde bu cesur çalışmasını yayımlayarak bilim dünyasına sunmuştur. 93,98

 

Michael Servetus (1511-1553), daha önce geniş bir şekilde ele alınmıştır. Özetle, bilimsel çalışmaları ve teolojik görüşleri nedeniyle diri diri yakılmış. 93,65 

 

Giordano Bruno (1548-1600), Rönesans döneminin en cesur düşünürlerinden biri olarak kabul edilir.  Aristoteles (M.Ö. 384-322),'in kapalı evren anlayışına meydan okuyarak, Kopernik'in  heliosentrik (güneş merkezli) teorisini destekleyen ilk filozoflardan biriydi. Evrenin sonsuz ve eş dağılımlı (homojen) olduğunu ve evrende, dünyanın dışında birçok gezegenin var olduğunu ileri sürerek, dönemin bilimsel ve dini görüşlerine meydan okudu. Bu görüşleri nedeniyle 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi'nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkınlıkla (kafirlikle) suçlandı. Tövbe etmesi için yapılan işkencelere karşın, görüşlerinden ödün vermedi ve ölüme mahkum edildi. 

 

"Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar." diyen Bruno, kendisine ölüm kararını bildiren yargıca, "Ölümümü bildirirken benden daha çok korkuyorsunuz." diyerek cevap vermiştir. 

 

Evrenin sonsuzluğunu ve birliğini savunan Bruno, Orta Çağ felsefesindeki gök ile yer ayrımını reddetti ve Tanrı ile evrenin aynı gerçekliğin iki farklı yönü olduğunu kabul etti. Ona göre, her şey Tanrı'nın gücünün bir yansımasıdır. "Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ile karanlık arasındaki, bilim ile cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım." Kendi ifadesiyle, bilim ile cehalet arasındaki savaşta her zaman aydınlığın tarafında yer aldı ve bu yolda karşılaştığı zorluklara rağmen düşüncelerini açıkça ifade etmekten çekinmedi.

 

Roma’da, konuşamaması için yüzüne demir maske geçirilip diri diri yakılarak idam edildi. Ayrıca, 1609’da kendi teleskopunu yaparak Venüs’ün evrelerini gözlemleyip, Jüpiter’in dört büyük uydusunu keşfederek gökbilimde devrim yarattı. 93,99

 

Galileo Galilei (1564-1642), astronomi, matematik ve fiziğe önemli katkılarda bulunan bir İtalyan bilim insanıdır. O dönemde kabul gören Ptolemaik dünya sistemi yerine, güneş merkezli Kopernik modelini savundu. Ptolemaik model, Dünyanın evrenin merkezi olduğunu öne süren bir yermerkezli (geosantrik) modeldi. 

 

Dini kaynaklarda dünya merkezli evren modelinin kabul edildiği bir dönemde, "İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog" (Dialogo sopra i due massimi sistemi del mondo) kitabında güneş merkezli evren modelini savunduğu için Engizisyon tarafından yargılanmış, "dinsiz" (kafir) ilan edilmiş ve itibarı zedelenmiştir. Galileo, eserlerinden caydırılmaya zorlanmış, tövbe etmeye ve hayatının geri kalanını ev hapsinde geçirmeye mahkum edilmiştir. Mahkeme kararını duyduktan sonra "Yine de dönüyor (Eppur si muove)" sözleriyle bilim ve gerçeklerin inanç sistemleri karşısındaki bağımsızlığını ve direncini simgelemiştir. Bu sözler, zamanla bilimin otoriteye karşı duruşunun bir simgesi haline gelmiştir. 93,100

 

Galileo  1609 yılında optik çalışmalarını sürdürürken, teleskop teknolojisini farklı bir alanda kullanmaya karar verdi. "Occhiolino" (İtalyanca'da "küçük göz" anlamına gelir) adını verdiği yeni bir cihaz geliştirdi. Bu cihaz, aslında mikroskobun erken bir örneğiydi.

 

İlk occhiolino, iki mercekten oluşuyordu: bir bi-konveks objektif lens ve bir bi-konkav oküler lens. Bu tasarım, Galileo'nun teleskoplarındaki lens düzenlemesine benziyordu, ancak çok küçük nesneleri incelemek için optimize edilmişti.

 

Galileo, cihazını sürekli geliştirdi ve 1624 yılına gelindiğinde, occhiolino üç bi-konveks mercek kullanan daha gelişmiş bir versiyona dönüşmüştü. Bu yeni tasarım, yaklaşık 30 kat büyütme sağlıyordu. Her ne kadar bu büyütme oranı, Galileo'nun teleskoplarının sağladığı büyütmeden daha az olsa da, küçük nesneleri incelemek için yeterliydi.

 

İlginç bir şekilde, Galileo, bu yeni cihazla böcekleri incelemeye büyük ilgi gösterdi. Gökyüzündeki uzak cisimleri gözlemlemesiyle tanınan bilim insanı, mikroskobik dünyaya da merak sarmıştı. Ancak, teleskopuyla görebildiği sayısız yıldız, mikroskopla incelediği böceklerden çok daha fazla ilgisini çekiyordu. 100 105

 

Modern Çağ (1978- )

 

Antoine-Laurent de Lavoisier (1743-1794), kimya biliminin öncülerinden ve "modern kimyanın babası" olarak anılan, Fransız Bilim Akademisi tarafından altın madalya ile ödüllendirilmiş bir kimyagerdir. Yanma, solunum ve asit oluşumu süreçlerinde oksijenin kritik rolünü keşfeden Lavoisier, bu buluşlarıyla kimya bilimine önemli katkılarda bulunmuştur. Metrik sistemin geliştirilmesine de katkı sağlayarak ölçüm standartlarının bilimsel temellerini atmıştır. Ayrıca, Fransa'nın bozuk vergi sistemi Ferme générale üzerinde düzeltme çalışmalarına katılmıştır. Ancak, 1789 Fransız Devrimi sırasında politik çalkantılar nedeniyle bilimsel başarıları gölgede kalmıştır. 1794 yılında, solunum üzerinde deneyler yaparken, Devrim Mahkemesi tarafından devletin gelirlerini artırmak adına aldığı kararlar ve vergi toplama konusundaki faaliyetleri nedeniyle yolsuzlukla suçlanmış ve yargıcın "Cumhuriyet'in bilginlere ve kimyacılara ihtiyacı yoktur!" şeklindeki sözleriyle 8 Mayıs 1794'te giyotinle idam edilmiştir. 93,101

 

Bilimin ilerlemesi ve gelişmesi, aklın ve bilimsel düşüncenin hâkim olmasına bağlıdır. İbn Rüşd'e (Averroes, 1126-1198) atfedilen "Akıl tahtını terk edince, vahşet hükümran olmuş" ve "Aklın ışığı söndüğünde, vahşetin karanlığı insanlığın üzerine çökmüş" sözleri, bilim ve akıl temelli düşüncenin önemini vurgular. Vittorio Alfieri'nin (1749-1803) "Akıldan başka her şey; çoğaldıkça değerinden kaybeder" ifadesi de bilimsel düşüncenin üstünlüğünü ortaya koyar.

 

Ancak, tarihin çeşitli dönemlerinde, bilimi ve bilimsel ilerlemeyi engelleyen dogmalar ve statükocu yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. John Dewey'in (1859-1952) "Uygarlığımızın geleceği, bilimsel düşünme alışkanlığımızın gitgide yayılmasına ve derinleşmesine bağlıdır" sözleri, bilimsel düşüncenin yaygınlaşması ve derinleşmesinin önemini vurgulamaktadır.

 

Tüm zorluklara rağmen, bilim, cesur ve özgür düşünen insanların adımlarıyla her zaman ilerleyecek ve gelişecektir. Bilim, akıl ve bilimsel düşüncenin hâkim olduğu bir dünyada, insanlığın refah ve ilerlemesi için vazgeçilmez bir role sahiptir.

 

 

1500'lü Yıllarda Dolaşım Sisteminin Keşfine Diğer Katkılar

 

 

Leonardo da Vinci, görsel ifadenin gücünü vurgulayan 'saper vedere' ilkesini benimsemişti. Bilgi ve detayların zenginliğine rağmen, bir çizimin anlatabileceklerinin yazılı açıklamalarla eşleştirilemeyeceğine inanıyordu. Anatomik yapıların çizimlerini, 1490'da Pavia Üniversitesi ile başladığı işbirliği ve 1513'e kadar yaptığı çalışmalarla sürdürdü. Bu çizimler, o dönemin baskıcı engizisyonu nedeniyle büyük ölçüde toplumdan gizli tutulsa da, bilim dünyasında önemli etkiler yarattı. Leonardo'nun çalışmaları, Pavia Üniversitesi'nde kan dolaşımı teorilerinin gelişimine öncülük etti ve bu bilgiler, Padua Üniversitesi'nde daha da geliştirildi.

 

Andrea Vesalius (1514-1564), Orta Çağ'ın en tanınmış anatomistlerinden biridir. Vesalius, 1537 yılında Padova Üniversitesi'nde göreve başladı ve burada yaptığı detaylı anatomik diseksiyonlarla tanındı. En önemli eseri olan "De Humani Corporis Fabrica Libri Septem" (İnsan Bedeninin Yapısı Üzerine Yedi Kitap) 1543 yılında yayımlandı ve önceki anatomistlerin hatalarını düzelterek insan vücuduna dair daha doğru bir anlayış sundu. Özellikle, meslektaşlarının hayvan modellerini insan kalp ve dolaşım sistemine uyarlamalarının yanlış olduğunu; balinalarda arteriyel ve venöz kanın karışmasını önleyen "rete mirabile" (harika ağ) mekanizmasının insanlarda bulunmadığını göstererek kanıtlamıştır. Bu bulgu, hayvan anatomisinin doğrudan insan anatomisine uygulanamayacağını açıkça ortaya koymuştur. 11 1539'da, Padua Ceza Mahkemesi hakimi Marcantonio Contarini'nin yardımıyla Vesalius, idam edilen suçluların cesetlerini incelemek için gerekli erişimi elde etti. Contarini, infazları Vesalius’un çalışmalarına uygun şekilde bazen erteleyerek Vesalius’a birçok kadavrayla çalışma fırsatı sundu. Karşılaştırmalı diseksiyonları sistematik olarak tekrarlayarak, Galen'in anatomik bilgilerindeki tutarsızlıkları ortaya çıkardı. 1539 yılına gelindiğinde, elde ettiği somut kanıtlarla Galen'in teorilerine açıkça karşı çıkabilecek duruma geldi. Galen'in insan anatomisi olarak sunduğu bilgilerin aslında maymun anatomisine ait olduğunu gösterdi ve Galen'in çalışmalarında 200'ü aşkın hatayı tespit edip düzeltti. 71 


Vesalius, "Fabrica" adlı eserinin 1543 yılındaki ilk baskısında Vesalius, M.S. 2. yüzyılda yaşamış olan Galen'in görüşlerini takip ederek, kalbin sağ ve sol karıncıkları arasındaki duvar olan interventriküler septumda delikler olduğunu düşünüyordu. Bu, o dönemde yaygın olarak kabul edilen hatalı bir görüştü. Ancak, 1559 yılında İtalyan anatomist Matteo Realdo Colombo, bu septumda aslında hiç gözenek olmadığını keşfetti. Bu yeni bilgi ışığında Vesalius, kendi gözlemlerini yeniden değerlendirdi ve kalp anatomisi hakkındaki önceki yanılgısını düzeltti.

Vesalius'un kalp anatomisine bir diğer önemli katkısı da terminoloji alanında olmuştur. Sol kulakçık (atriyum) ile sol karıncık (ventrikül) arasındaki kapakçığa 'mitral kapak' ismini veren odur. 'Mitral' kelimesi Latince kökenlidir ve "piskopos başlığı şeklinde" anlamına gelir. Bu isim, kapakçığın şeklinin bir piskopos başlığına benzemesinden dolayı verilmiştir. 11  

 

Matteo Realdo Colombo (1515-1559), 16. yüzyılın önemli İtalyan anatomistlerinden biridir. 1559 yılında yayınladığı "De re anatomica libri XV" (Anatomi Üzerine On Beş Kitap) adlı eseriyle tıp tarihinde önemli bir yer edinmiştir.

 

Colombo, bu eserinde döneminin ünlü anatomisti Andreas Vesalius'un bazı görüşlerini düzeltmiş ve tamamlamıştır. Özellikle böbreklerin anatomik konumunu Vesalius'tan daha doğru bir şekilde tanımlamıştır. Ancak Colombo'nun en önemli katkısı, küçük kan dolaşımı (pulmoner dolaşım) hakkındaki açıklamalarıdır. Colombo, kanın sağ ventrikülden pulmoner artere, oradan akciğerlere gittiğini, akciğerlerde inceldiğini ve havayla karıştığını, sonra da pulmoner venler aracılığıyla sol ventriküle döndüğünü açıklamıştır. Bu açıklama, küçük kan dolaşımının ilk doğru tanımlamalarından biri olarak kabul edilir. Ayrıca, daha önce Michael Servetus'un da dikkat çektiği gibi, pulmoner arterin genişliğine vurgu yapmıştır.

 

Önemli bir nokta olarak, Colombo eserinde kalbin interventriküler septumunda gözeneklerin varlığından hiç bahsetmemiştir. Bu, o dönemde yaygın olan yanlış bir inanışı düzeltme yolunda önemli bir adımdır. Böylece Galen'in kalbin interventriküler septumunda gözenekler olduğu teorisine son vermiştir. 11 

 

Colombo'nun çalışmalarının kaynakları konusunda bazı tartışmalar vardır. Michael Servetus'un 1546'da Padova'ya bir kitap taslağı gönderdiği bilinmektedir, ancak Colombo'nun bu taslağı görüp görmediği kesin değildir. Benzer şekilde, daha önce küçük kan dolaşımını tanımlayan İbn-i Nefis'in çalışmalarından haberdar olup olmadığı da belirsizdir. 11  

 

Sonuç olarak, pulmoner dolaşımın keşfi tarih boyunca yaşanan engellere rağmen nihayet kaydedilmiştir. Pulmoner dolaşımın keşfi, tıp tarihinde uzun ve karmaşık bir süreci kapsar. Bu süreçte birçok bilim insanının katkıları önemli rol oynamış, ancak çeşitli engeller ve talihsizlikler keşfi geciktirmiştir. İşte bu sürecin ana dönemeçleri:

 

  1. Antik Dönem: Yunanlı hekim Erasistratus (MÖ 304-250), arterlerin hava taşıdığını düşünse de, kalp kapakçıklarının tek yönlü çalıştığını fark etmişti. Bu, dolaşım sisteminin anlaşılmasında ilk adımlardan biriydi.
  2. Orta Çağ: 13. yüzyılda yaşamış Arap hekim İbn-i Nefis, küçük kan dolaşımını ilk kez doğru şekilde tanımladı. Ancak çalışmaları uzun süre Batı dünyasında bilinmedi ve kayboldu.
  3. Rönesans Dönemi:
    • Leonardo da Vinci (1452-1519), tıp eğitimi olmamasına rağmen, yaptığı anatomik çizimlerle pulmoner dolaşıma oldukça yaklaşmıştı.
    • Michael Servetus (1511-1553), 1546'da pulmoner dolaşımı açıklayan bir kitap taslağı hazırladı ve Padova'ya gönderdi. Ancak dini görüşleri nedeniyle 1553'te diri diri yakılarak idam edildi ve çalışmaları yasaklandı.
  4. 16 Yüzyıl Sonu: Realdo Colombo (1516-1559), 1559'da yayınlanan "De Re Anatomica" adlı eserinde pulmoner dolaşımı detaylı bir şekilde anlattı. 

 

Antonio di Paolo Benivieni (1443–1502)'nin 1507 yılında yaptığı çalışmalar dışında, çok az bilim insanı insanlarda anatomopatolojik anormalliklere yeterince dikkat etmişti. Colombo, ilginç bir şekilde, muhtemelen dekompanse kronik kalp yetmezliğine ikincil olarak gelişen hidrotoraks (kronik kalp yetmezliğinin neden olduğu sıvı birikimi), bakteriyel endokardit (kalp kapaklarının iltihabı), miyokard enfarktüsü (kalp krizi) ve kronik perikardit (kalp zarının iltihabı) gibi kalp anormalliklerini tanımlamıştır. 11 

 

Amatus Lusitanus (1511-1568), gerçek adıyla João Rodrigues de Castelo Branco, kan dolaşımındaki kapakçıkların işlevini keşfettiği için kan dolaşımının bulunmasında katkısı olan Protekiszli hekim, 1551 yılında azygos damarında kapakçıkların varlığını tanımlamış, ancak bu yapıların anatomik önemine dair yanlış açıklamada bulunmuştur. 11   

 

Hieronymus Fabricius ab Aquapendente (1533-1619) ise 1603'teki yılında yayımladığı 'De venarum ostiolis (Toplardamar Kapakçıkları Üzerine)' adlı eseriyle, kan dolaşımı hakkındaki anlayışımızı derinden etkileyecek önemli gözlemler ortaya koydu. Fabricius, bu çalışmasında insan vücudundaki toplardamar kapakçıklarını detaylı bir şekilde inceledi. Bu kapakçıkların varlığı daha önce de biliniyordu, ancak Fabricius, bunların yapısını ve işlevini sistematik bir şekilde araştıran ilk kişi oldu. Neredeyse tüm vücutta bulunan bu kapakçıkların anatomik özelliklerini ayrıntılı olarak tanımladı.

 

Gözlemlerine dayanarak, Fabricius bu kapakçıkların temel işlevinin kanın geri akışını engellemek olduğunu öne sürdü. Bu, kan dolaşımının anlaşılması yolunda önemli bir adımdı. Ancak, Fabricius'un teorisi bazı sınırlamalara sahipti. O, bu kapakçıkların kanın geri akışını sadece kısmen engellediğini düşünüyordu. Ayrıca, dönemin yaygın inancına uygun olarak, kanın bir kısmının toplardamarlar aracılığıyla dokulara dağıtıldığını öne sürüyordu. 11 

 

Fabricius, kanın vücutta sürekli bir döngü halinde dolaştığı fikrini henüz kavramamıştı. Buna rağmen, Fabricius'un çalışması, kan dolaşımının anlaşılmasında önemli bir dönüm noktası oldu. Onun gözlemleri ve teorileri, daha sonra öğrencisi William Harvey gibi bilim insanlarının kan dolaşımını tam olarak açıklamalarına zemin hazırladı.

 

15. yüzyılın sonlarından 17. yüzyılın başlarına kadar uzanan dönem, insan anatomisi ve fizyolojisi alanında büyük ilerlemelere sahne oldu. Bu süreç, Leonardo da Vinci'nin detaylı anatomik çizimleriyle başladı. Leonardo’nun çizimleri, "Bir resim bin kelimeye bedeldir" ifadesinin somut bir örneğ oldu. İnsan vücudunun karmaşık yapısını görsel olarak anlamada devrim yarattı.

 

Leonardo'nun açtığı yoldan ilerleyen bilim insanları sonraki nesil bilim insanlarına ilham kaynağı oldu. 16. yüzyılda, kilise ve devlet otoritelerinin insan kadavraları üzerinde diseksiyon yapılmasına izin vermesiyle birlikte, anatomi çalışmaları hız kazandı. Bu yeni imkanlarla donanmış araştırmacılar, özellikle insan vücudundaki en gizemli sistemlerden biri olan kan dolaşımını anlamaya yoğunlaştılar. Pavia Üniversitesi'nde çalışan Realdo Colombo ve Andrea Cesalpino, kanın vücutta nasıl hareket ettiğine dair yeni teoriler geliştirdiler. Bu çalışmalar, komşu Padua Üniversitesi'nde Fabricius ab Aquapendente tarafından daha da ileri götürüldü.

 

Ne var ki, dönemin siyasi ve dini baskıları nedeniyle, bu önemli buluşların çoğu gizli tutulmak zorunda kaldı. Bilim insanları, çalışmalarını dar bir çevre içinde paylaşabildiler. Bu gizlilik, bir yandan bilginin yayılmasını engellerken, diğer yandan da bu üniversiteleri anatomi ve fizyoloji çalışmaları için çekim merkezi haline getirdi.

 

Bu bilimsel birikimin doruk noktası, William Harvey'nin çalışmalarıyla geldi. Cambridge Üniversitesi'nden genç bir öğrenci olan Harvey, 1600'lerin başında Padua'ya gelerek Acquapendente'nin öğrencisi oldu. 1602'de buradan mezun olan Harvey, hocasından öğrendiklerini ve Padua'daki bilimsel atmosferi İngiltere'ye taşıdı.

 

Harvey, daha sonraki yıllarda kan dolaşımı konusunda yaptığı çığır açan çalışmalarla tıp tarihinde bir dönüm noktası olacaktı.

 

 

 

13- William Harvey (1578-1657)

 

5100 yıl önce İmhotep'in merak ettiği ve 1500 yıl önce Galen'in açıklamaya çalıştığı bulmacayı William Harvey çözdü.
1628 - Dolaşım Sisteminin Keşfi

 

İngiliz hekim ve anatomist William Harvey, Padova Üniversitesi'nde Fabricius ab Aquapendente'nin öğrencisiydi. Fabricius'un toplardamar kapakçıklarının keşfini dikkate alarak, Harvey bu kapakçıkların doğru işlevlerini, yani kanı içermelerini ve kan akışını yönlendirmelerini fark etti. Bu, 1628'de kan dolaşımını keşfetmesine dair bazı perspektifler sunar. Harvey, bu kapakçıkların tek yönlü olduğunu ve kanın kalbe doğru akmasına izin verirken, ters yöne akmasını engellediğini anladı. Bu anlayış, onun vücuttaki kanın sürekli bir döngü içinde hareket ettiği ve kalbin bu döngüyü pompalayarak sürdürdüğü sonucuna varmasına yardımcı oldu. Böylece, modern tıbbın temel taşlarından biri olan kan dolaşımı sisteminin keşfi gerçekleşti. 11 

 

Tıp tarihinde, William Harvey'nin dolaşım sistemini keşfetmesinden önce, Galen'in teorileri egemendi. Galen'e göre kan, organlar tarafından kullanılıp tüketilen bir maddeydi ve vücutta dolaşımı olmayıp, karaciğer ve kalp tarafından sürekli olarak yeniden üretiliyordu.

 

 

William Harvey, selefleri arasında yaklaşık 5100 yıl önce Imhotep tarafından başlatılan ve kendi zamanına kadar süregelen araştırmaları, 1628 yılında Frankfurt'ta düzenlenen kitap fuarında yayımladığı "Hayvanlarda Kalp ve Kan Hareketi Üzerine Anatomik Çalışma (Exercitatio Anatomica de Motu Cordis et Sanguinis in Animalibus)" adlı 72 sayfalık 68 eseriyle devrim niteliğinde bir sonuca ulaştırmıştır. Bu çalışması, insan dolaşım sisteminin işleyişini açıklamasıyla fizyoloji tarihinde dönüm noktası olmuştur. 66 Fizyoloji, 17. yüzyılda William Harvey ile birlikte doğmuş ve deneysel tıp onun çalışmalarıyla başlamıştır.
 
 
Harvey, bir devrimci olarak, Galen'in 1500 yıl öncesine dayanan kalp ve dolaşım sistemi hakkındaki geleneksel inançlarını sorgulayan ilk bilim insanıdır. O dönemde ve Orta Çağ boyunca yaygın olan, Aristoteles ve Galen'in görüşlerine körü körüne güvenme eğilimini ve bunların tartışılamaz gerçekler olarak kabul edilmesine karşı çıkmıştır. "Ipse dixit" (Üstat öyle dedi) ilkesi yani Aristoteles veya Galen'in söylediği her şeyin doğru olduğu varsayımı, o zamanlar sorgulanamaz bir doğru olarak kabul ediliyordu. Ancak Harvey dogmalara, öğretilene sorgusuz sualsiz inanmayı reddetti ve deneysel bulgularına ve mantığına dayanan kendi yaklaşımı savundu. Bu yaklaşım, günümüz için olağan bir yaklaşım olsa da, 17. yüzyıl için gerçekten devrim niteliğindeydi. Tıbbı spekülatif bir disiplinden deneysel bir bilime dönüştürdü. Eleştirel düşünmeyi teşvik etmek ve fikirleri deneysel olarak test etmek, Harvey'in bilime en büyük katkısı olmuştur.  69 Harvey'in metodolojisi, bilimsel sorgulamanın ve kanıta dayalı tıbbın önemini vurgulamış ve gelecek nesillere bir model oluşturmuştur. Önceki araştırmacıların aksine, geçmişteki teorilere şüpheci bir yaklaşım sergileyen Harvey, öncekilerin hatalarını tekrarlamamıştır. Deneysel gözlemler, ölçümler, hipotezler ve mantıksal çıkarımlarla, kanın vücutta kapalı bir sistem içinde dolaştığını ve kalbin bu sistemin merkezi olduğunu kanıtlamıştır. 66
 
Harvey'in "Önceden var olan bilgiden kaynaklanmayan hiçbir bilim yoktur" sözü, bilimsel ilerlemenin mevcut bilgi birikimi üzerine inşa edildiğini, ancak bu bilginin doğruluğunun da sorgulanması gerektiğini vurgular. Harvey, bu anlayışı dolaşım sisteminin keşfiyle en iyi şekilde göstermiştir. 10
 
Tıbbi bilginin bir buçuk milenyum boyunca tek bir kaynağa bağlı kalmasın ve onun tarafından kontrol edilmesi hem şaşırtıcı hem de ürkütücü bir durumdu. Galen'in teorileri, 17. yüzyıla kadar evrensel gerçekler olarak kabul edilmiş ve tüm üniversitelerde öğretilmiştir. 

 

Galen'in görüşleri şöyleydi:

 

  1. Kan, sindirilmiş yiyeceklerden karaciğerde üretilirdi. 69 
  2. Karaciğer sürekli olarak kan üretir ve bu kan sürekli karaciğerden bir çeşme gibi akıyordu. 69 
  3. Kan, damarlar aracılığıyla dokular arasında hareket eder ve onları beslerdi. 69 
  4. Kan akışı, modern anlayışımızdaki gibi merkezkaç (kalpten dışarıya doğru) değil, merkeze doğru, yani dışarıdan kalbe doğru olurdu (merkezcil akış). 69 
  5. Dokular ve organlar tüm kanı emip tamamen kullanır, bu nedenle karaciğerin sürekli yeni kan üretmesi gerekirdi. 69 
  6. Kan dolaşımı veya geri dönüşü yoktu; kan tek yönlü akardı. (Açık sistem). 69 
  7. Sağ kalp sadece akciğerleri besleyen özel bir damardı. 69 
  8. Toplardamarlardaki kanın bir kısmı, kalbin sağ ve sol karıncıkları arasındaki bölmede var olduğu düşünülen (ancak hiç gözlemlenmeyen) gözeneklerden geçerdi. 69 
  9. Toplardamar kanı sol karıncığa girdiğinde, akciğerlerden alınan "pneuma" adı verilen ruhani bir özle karışırdı. 69 
  10. Hipokrat’ın Kos Okulu’na göre, akciğerlerin işlevi, kalbin ürettiği aşırı ısıyı soğutmak için onu göğüs kafesi içinde çevrelemektir. 11 
  11. Akciğerlerin ana işlevi pneuma'yı getirmekti. Bu pneuma kanla karışarak onu "arteriyel" hale getirirdi. Yani, toplardamar kanını daha canlı, oksijen bakımından zengin ve yaşamı destekleyen bir forma dönüştürürdü. 69 
  12. Arteriyel hale gelen kan, kalbin doğal ısısıyla daha da ısınır ve bu karışım atardamarlar vasıtasıyla vücuda dağıtılırdı. 69 

 

Bu teoriye göre, kan sürekli olarak karaciğerde üretilmek zorundaydı çünkü vücutta dolaşım yoktu ve kan tek yönlü olarak hareket edip tüketiliyordu.

 
21. yüzyılın özgür düşünürleri olarak, Galen'in abartılı teorilerinin 1500 yıl boyunca sorgulanmadan kabul edilmesinin şaşırtıcı olduğunu düşünüyoruz. Bu teoriler deneylerle test edilebilirken, Orta Çağ'ın baskın düşünce yapısı buna izin vermemiştir. Bilimsel sorgulama, kafir veya sapkın olarak damgalanma ve hatta ölüm cezası gibi ağır yaptırımlarla engellenmiş, bu nedenle bu tür bir sorgulama hayal bile edilememiştir. Ancak bu eski Galenik efsaneler, William Harvey'nin "De Motu Cordis" adlı eseriyle yıkılmıştır. Bu 72 sayfalık kısa monografi, kardiyovasküler bilim tarihinde yazılmış en önemli kitaplardan biri olup, tıp tarihinin de en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir ve insanlık tarihini değiştirmiştir. Harvey'nin 1628'de yayımladığı bu eser, tıp alanında devrim yaratan Andreas Vesalius'un 1543 yılında yayımladığı 'De Humani Corporis Fabrica Libri Septem (İnsan Vücudunun Yapısı Üzerine Yedi Kitap)' adlı çalışmasına benzer bir etki yaratmıştır. Vesalius'un anatomide Galen'in 1400 yıllık egemenliğine son vermesi gibi, Harvey'nin çalışması da fizyoloji alanında 1500 yıl süren Galenizm'e son vermiştir. Bu iki bilim insanının çalışmaları, modern tıbbın temellerini atarken, bilimsel sorgulamanın ve gözlemlemenin önemini de vurgulamıştır. "De Motu Cordis" eserinde, deneysel ruhun etkisini açıkça görebiliriz; bu, tıbbı farklı bir perspektifle ele almaya başlamanın, kendi duyularınızı, deneyiminizi ve aklınızı kullanmanın bir başlangıcıdır. Artık Galen veya Aristoteles'in sözlerine körü körüne güvenmek yerine, bilgiyi sorgulamaya ve deneylerle doğrulamaya dayalı bir yaklaşım benimsenmiştir. O dönemde Latince, bilginin yayılmasında ve paylaşılmasında ana dil olarak kullanılıyordu. Harvey, Galen'in teorilerine karşı çıktığını gösteren bulgularını, yaşadığı ülkede herhangi bir sorunla karşılaşmamak için yurtdışında yayınlama kararı almıştı. Bu amaçla, eserini daha geniş bir kitleye ulaştırabilmek ve bilimsel fikirlerini daha özgür bir şekilde ifade edebilmek için Frankfurt, Almanya'da düzenlenen kitap fuarında yayımladı. Harvey'in bu stratejik hamlesi, çalışmalarının daha fazla bilim insanı tarafından incelenmesine ve tıp alanında yeni tartışmaların başlamasına olanak tanıdı. 69

Kitabın ilk bölümünde, William Harvey kalbin hareket mekanizmasını inceledi. Kalbin dolma aşamasında pasif olduğunu ve kasılarak kanı pompaladığında aktif hale geldiğini ortaya koydu. Daha sonra, atardamarların genişlemesi olan nabzın, kalbin kasılması ve kalpten itilen kanın gücüyle eş zamanlı gerçekleştiğini belirtti. Bu, günümüzde açık bir gerçek olarak kabul edilse de, 1500 yıl boyunca nabzın, atardamarların aktif genişlemesi veya Galen'in iddiasına göre arteriyel kan içindeki pneumanın genişlemesi sonucu oluştuğu düşünülüyordu. Harvey'in gözlemleri, bu nedenle döneminde devrim niteliğindeydi. Hayvanlar üzerinde yaptığı diseksiyonlarla, özellikle kalp atış hızı yavaş olan sürüngenlerde, atriumların kalbi nasıl "uyandırdığını" gösterdi. Pulmoner ve aortik kapakların, sırasıyla sağ ve sol ventrikülden kanın geri akışını önlediğini; mitral ve triküspit kapakların ise kanın atriumlara geri dönmesini engellediğini açıkladı. Harvey'in keşifleri, hayvanlar üzerinde yapılan kesme ve inceleme işlemleri ile olayların gözlemlenmesine dayanıyordu; bu çalışmalar, somut deneylere dayanmıyordu. Günümüzde, bu tür araştırmalara "tanımlayıcı çalışmalar" adını veriyoruz. Harvey, bulgularını günümüzün en saygın bilimsel dergilerine sunmuş olsaydı, büyük ihtimalle çeşitli zorluklarla karşılaşırdı. 69
  

Harvey, ikinci bölümde kanın kalpten dokulara nasıl gittiğini ve nasıl geri döndüğünü anlamak amacıyla deneyler yapmaya başladı. İlk kez ölçümler, yani nicel kanıtlar kullanarak bu sorunu ele aldı. Nicel kanıtların fizyoloji çalışmalarında kullanımını başlatması, tıbbın gelişimine önemli bir katkıydı. Ölçüm kullanımı fizyolojide ilk defa onunla birlikte başlamıştır. Harvey, 1500 yıldır kabul gören Galen'in teorisini sorgulamaya başladığında, kendisine şu basit ama çarpıcı soruyu sordu:

 

"Eğer Galen'in teorisi doğruysa ve kan sürekli olarak karaciğer tarafından yiyeceklerden üretiliyorsa, karaciğerin ne kadar kan üretmesi gerekiyor?"

 

Bu kadar açık bir sorunun, 1500 yıl boyunca hiç kimse tarafından sorulmamış olması gerçekten dikkat çekiciydi. Karaciğerin bir saatte ne kadar kan üretebileceğini hesaplamaya başladı. Harvey'e göre kalp, mistik bir organ değil, kanı vücuda pompalayan mekanik bir pompadır. Kanın kalp tarafından pompalandığını, vücudun farklı bölgelerine taşındığını, akciğerlere geri döndüğünü ve dolaşıma yeniden katıldığını öne sürdü. Kralın özel hekimi olması sayesinde, kralın geyiklerini incelemek için izin alarak hayvanlar üzerinde araştırma yapma imkanı buldu. Hayvanların kalplerine bakarak, her kalp atışında kalpten yaklaşık 57 gram (2 ons) kan pompaladığını tahmin etti (bu oldukça iyi bir tahmindir). Kalbin ortalama dakikada 72 kez attığını hesaba katarak, saatte yaklaşık 245 kilogram (540 pound) kanın pompalanması gerektiğini hesapladı. Günde ise 5.89 ton. Açıkça, karaciğerin bir saat içinde bu kadar çok kan üretmesi imkansızdı. Bu hesaplamalar, Harvey'in kanın sürekli olarak karaciğerde üretildiği yönündeki 1500 yıllık Galenik teoriyi çürütmesine yol açtı. 69

 

57 gr * 72 dk ≈ 4.10 Kg/dk.   
4.10 Kg/dk. * 60 dk. ≈  245 Kg/Saat 
24 saat * 245 Kg/Saat ≈ 5.88 Ton/Gün 69
 
Kabaca karaciğerin, günde 6 Ton kan üretmesi gerekiyor!
 
Bir insan, kendi vücut ağırlığının çok üzerinde kan üretebilir miydi? ÜÜstelik bu kadar büyük bir kan üretimi için gerekli olan miktarda besin almadan. Harvey'e destek olmak amacıyla, yapay zekadan Galen'in teorisinin doğru olduğu varsayılırsa, ortalama bir insanın 6 ton kan üretebilmesi için ne kadar besin alması gerektiğini hesaplamasını istedik.
 
  • Ortalama bir yetişkinin günde üç öğünden toplamda yaklaşık 2100 kalori aldığını varsayalım. (Öğün başına 700 kalori)
  • Vücutta kabaca 5 litre kan bulunur. 6 Bunun tamamı yenilenmez ama biz yenilendiğini varsayalım.

 

5 L kan üretimi için 2100 kaloriye ihtiyacımız var.

6000 L için = (6000*2100/5) = 2.520.000 kalori

2.520.000 / 700 = Günde 3600 öğün

Saatte : 3600 / 24 = 150 öğün,

Dakikada: 150 /60 = 2,5 öğün

1 öğün : 60 / 2,5 = 24 saniye

 

Galen’e göre, her 24 saniyede bir yemek yememiz gerekiyor!

 
Harvey bu sefer de şu soruyu sordu: "Peki o zaman bu kadar çok kan nereden geliyor?"
Cevap, aslında kanın sürekli olarak dolaşan aynı kan olduğuydu.

Ayrıca Harvey, kanın damarlarda merkezcil bir şekilde, yani kalbe doğru aktığını ortaya koyarak, Galen'den beri süregelen yanlış inancı yıktı. İnsanların 1500 yıl boyunca bu basit gerçeği fark edememesi, bugün bize inanılmaz gelse de, o dönemin bilimsel anlayışı çerçevesinde Galen'den beri kabul gören kanın kalpten uzaklaştığı teorisini kabul etmişlerdi. 69 arvey'in hocası Fabricius, damarlardaki kapakçıkları keşfetmişti, ancak bunların işlevini anlayamamıştı. 67 Harvey, bu kapakçıkların kanın tek yönlü akışını sağladığını fark etti.
 

Harvey'nin deneyleri oldukça basitti ancak çok etkiliydi. Koluna bir turnike bağlayıp parmağıyla damarları boşaltmaya çalışarak basit bir deney gerçekleştirdi ve damarların her zaman kolun uç kısmından omuza doğru dolduğunu fark etti. Boyun bölgesinde yaptığı benzer bir deneyde, kanın göğüsten başa değil, baştan göğse doğru aktığını gözlemledi. Böylece, damarlardaki kanın her zaman kalbe doğru aktığı sonucuna ulaştı. 69 
 
Ayrıca, kalpteki ve damarlardaki tek yönlü kapakçıklar, kanın sistemik ve pulmoner dolaşımda belirli bir yönde akmasını sağlıyordu. Bu kapakçıklar sayesinde kan, atardamarlar yoluyla kalpten vücudun her yerine gidiyor ve toplardamarlar yoluyla kalbe geri dönüyordu. Bu sistem, Harvey'nin tanımladığı gibi, kapalı bir devre oluştuyordu. Harvey bunu "Bir daire içinde olduğu gibi bir hareket olmalı" sözüyle ifade etmiştir. 67 
 
Ancak, Harvey'nin teorisinde eksik kalan bir nokta vardı: atardamarlar ve toplardamarlar arasındaki bağlantı. Harvey, bu damarların nasıl birbirine bağlandığını açıklayamadı çünkü kılcal damarları göremedi. 67 
 
Bu eksik halka, 1660 yılında, yani Harvey'nin ölümünden üç yıl sonra, İtalyan hekim ve biyolog Marcello Malpighi (1628-1694) tarafından tamamlandı. Malpighi, mikroskop kullanarak yaptığı çalışmalarla mikroskobik anatomi alanını kurdu. Bir kurbağanın akciğerlerini inceleyerek, atardamarlar ve toplardamarlar arasındaki bağlantıyı sağlayan kılcal damarları keşfetti. Kılcal damarlarda kanın hareketini gözlemleyerek, Harvey'nin kan dolaşımı teorisini tamamlamış oldu. 67
 
Bu çalışmasıyla 1500 yıllık Galen'in egemenliğine karşı çıkan ve çağdaşlarının ağır eleştirileri nedeniyle doktorluk mesleğinde sıkıntıya düşse de kariyerinde ilerlemeye devam eden Harvey, beyne ve vücudun geri kalanına pompalanan kanın sistemik dolaşımını ayrıntılı olarak tanımlayabilen ilk doktor olmuştur. Harvey'in çalışmaları, tıp biliminin yanı sıra, bilimsel düşünce ve araştırma yöntemlerinin gelişimine de katkıda bulunmuştur. 66,67,68 

 

 

Eğer Scotty bizi William Harvey'in dönemine ışınlasaydı ve nadir, belirtileri zor fark edilen PAH şikayetlerimize çare aramak için yaşadığımız ülkenin dışına gitmemiz gerekebilirdi.

 

Çünkü Harvey, Galen'in 1500 yıllık görüşlerine meydan okuyarak dolaşım sistemini keşfettiği "De Motu Cordis" adlı eserini, olası tepkilerden kaçınmak için yaşadığı ülke olan İngiltere yerine Almanya'da yayımlamaya karar vermişti.

 

 

14- Marcello Malpighi (1628-1694)

 

1661 - Malpighi, Harvey'in Kan Dolaşımı Sistemini Tamamladı

 

Marcello Malpighi, 17. yüzyılda yaşamış İtalyan hekim ve bilim insanı, mikroskobik anatominin kurucusu olarak kabul edilir. Modern histoloji ve embriyolojinin öncüsü olan Malpighi, canlı maddeyi mikroskopla inceleyerek organların çeşitli dokulardan, dokuların da çıplak gözle görülmeyen hücrelerden oluştuğunu kanıtladı.


Marcello Malpighi, kan dolaşımını anlamak için 1660 yılında çalışmalarına başladı. İlk olarak koyun gibi büyük hayvanların akciğerlerini inceledi ve damarların izini sürmek amacıyla pulmoner artere siyah mürekkep enjekte etti. Ancak, büyük hayvanların dokularında kılcal damarları görmek zor olduğundan, bu yöntem başarılı olmadı.


Bu zorluğu aşmak için Malpighi, 1661'de daha küçük olan kurbağa akciğerlerini incelemeye karar verdi. Bu karar, kılcal damarların keşfi için dönüm noktası oldu. Kurbağa akciğerlerinin ince yapısı, mikroskop altında kılcal damar ağını net bir şekilde görmesini sağladı. Araştırmaları o kadar yoğun geçmiştir ki, şaka yoluyla "bütün kurbağa neslini yok ettim" demiştir.


Bu gözlem, o zamanın yaygın inanışı olan "açık dolaşım sistemi" fikrini çürüttü. Malpighi, Harvey'nin ölümünden üç yıl sonra, kanın kapalı bir sistem içinde hareket ettiğini göstererek William Harvey'in kan dolaşımı teorisini destekledi ve tamamladı. Kılcal damarların, atardamarlar ve toplardamarlar arasındaki bağlantıyı sağladığını göstererek, hayvanlarda kapalı bir dolaşım sistemini doğruladı.


Akciğerlerin yapısını ayrıntılı olarak inceleyen Malpighi, 1661 tarihli "De pulmonibus observationes anatomicae (Akciğerler Üzerine Anatomik Gözlemler)" adlı çalışmasında önemli bulgular sundu. Akciğerlerin kesecik yığınlarından oluştuğunu ve her keseciğin kılcal damar ağıyla çevrili olduğunu gösterdi. Bu keseciklere "alveol" adını verdi ve soluk borusuyla olan ilişkisini açıkladı. Alveolleri bal peteği deliklerine benzeten Malpighi, bunların havanın vücuda girmesi için "kusurlu bir sünger" görevi gördüğünü belirtti. Böylece, kanın havayla doğrudan değil, ince bir zar aracılığıyla temas ettiğini keşfetti.


Malpighi'nin çalışmaları kan üzerine de yoğunlaştı. Kırmızı kan hücrelerini gözlemleyen ilk bilim insanlarından biri oldu ve kanın pıhtılaşma mekanizmasını inceledi.


Malpighi'nin araştırmaları çok yönlüydü ve sadece akciğerlerle sınırlı kalmadı. Mikroskop kullanarak cilt, böbrekler ve karaciğer gibi çeşitli organları inceledi. Önemli keşiflerinden biri, deri rengi üzerine yaptığı çalışmalardı. Siyahi bir insanın derisini mikroskop altında inceleyerek, deri renginin kaynağını buldu. Siyah pigmentin derinin hemen altındaki bir tabakada yer aldığını tespit etti. Bu çalışmalar sırasında, günümüzde "Malpighi tabakası" olarak bilinen, derinin üreme tabakasını da keşfetti. Ayrıca, dil dokularını inceleyerek tat tomurcuklarının işlevini ortaya çıkardı.


Malpighi'nin keşifleri, onu modern histolojinin (doku bilimi) ve mikroskobik anatominin öncülerinden biri yaptı. Çalışmaları, insan vücudunun mikroskobik düzeydeki yapısını anlamada büyük bir ilerleme sağladı ve tıp biliminin gelişimine önemli katkılarda bulundu. Mikroskop kullanarak yaptığı çalışmalarla mikroskobik anatomi alanının temellerini attı ve insan vücudunun yapısı ve işleyişi hakkında daha derin bir anlayış geliştirmemize yardımcı oldu. 107

 

 

Marcello Malpighi, 1661 yılında akciğer anatomisi üzerine yaptığı mikroskobik gözlemler sonucunda pulmoner kapillerleri ve alveolleri keşfetti.

 

Bu keşifler, solunum sisteminin anlaşılmasında önemli bir dönüm noktası oldu.

 

 

15- Giovanni Battista Morgagni (1682-1771) ve René-Théophile-Hyacinthe Laennec (1781- 1826) - Sağ Kalp Karıncığının Hipertrofisini tanımladılar.

 

1750 - Dolaşım sisteminin hastalıkları tanımlanmaya başlandı

 

Tıp biliminde devrim niteliğinde bir dönüm noktası, Marcello Malpighi'nin (1628-1694) mikroskopik kılcal damar ağını keşfetmesi ve William Harvey'in (1578-1657) kan dolaşımı teorisini doğrulamasıyla yaşandı. Bu keşifler, dolaşım sistemi hastalıklarının tanımlanması ve tedavisinde önemli ilerlemelere yol açtı. Ayrıca, kalp ve damar hastalıklarının daha iyi anlaşılmasını ve bu alandaki tıbbi uygulamaların geliştirilmesini sağladı.


Ancak, bu önemli keşiflere rağmen, takip eden 150 yıl boyunca pulmoner dolaşımın hastalıkları ve sağ ventrikülün hastalıklardaki rolü üzerine yapılan bilimsel çalışmalar sınırlı kaldı. Bu durumu değiştiren gelişme, 1762'de Giovanni Battista Morgagni (1682-1771)  ve 1826'da stetoskopun mucidi René Laennec'in (1781-1826) çalışmalarıyla gerçekleşti. Bu iki bilim insanı, amfizem vakalarında sağ ventrikülün hipertrofisini ayrıntılı şekilde tanımladılar.

 

Amfizem, akciğer hava keseciklerinin zarar görmesiyle oluşan bir hastalıktır ve bu hastalarda sağ kalp karıncığının kalınlaşması (hipertrofi) yaygın olarak gözlemlenir. Morgagni ve Laennec'in çalışmaları, sadece sağ ventrikül hipertrofisini tanımlamakla kalmadı, aynı zamanda kalp ve akciğer hastalıkları arasındaki karmaşık ilişkiyi anlamamıza da yardımcı oldu. Bu çalışmalar, dolaşım sistemi hastalıklarının daha iyi anlaşılmasına katkı sağladı ve pulmoner dolaşımın hastalıklarına ilişkin ilk değerli keşiflerden biri olarak kabul edildi.

19. yüzyılın başlarından itibaren, kalp ve akciğer hastalıkları arasındaki ilişkiler daha net ortaya çıkmaya başladı. 1851'de Julius Klob (1831-1879), pulmoner arterdeki değişiklikleri keşfetti. 1865'te Armand Trousseau (1801-1867), kronik akciğer hastalıklarına bağlı siyanoz ve ödemi tanımladı. Pulmoner hipertansiyonun net bir tanımı 19. yüzyılın sonlarına kadar yapılmamış olsa da, bu duruma neden olan faktörler giderek daha iyi anlaşıldı. 1891'de Ernst von Romberg (1865-1933), pulmoner arter sklerozunu tanımladı. Bu bulgular, modern kardiyoloji ve pulmoner tıbbın temel taşlarını oluşturdu. İlerleyen yıllarda pulmoner hipertansiyon, KOAH ve diğer kardiyopulmoner hastalıkların tanı ve tedavisinde önemli ilerlemelere öncülük etti. 73

 

 

16- Antoine-Laurent de Lavoisier (1743-1794) - Solunum Sistemi Tanımlanmaya Başladı

 

1789 - Solunum Sisteminde Oksijenin Rolünü Keşfetti.

 

William Harvey'nin 1628'de kan dolaşımı sistemini keşfinden ve Marcello Malpighi'nin 1661'de akciğerlerdeki kılcal damarları ve hava keseciklerini gözlemlemesinden sonra, bilim dünyası solunumun yaşamsal önemini kavrayarak bu alanda araştırmalara yöneldi. Fizik ve kimya bilimlerindeki gelişmeler, solunum fizyolojisinin oksijen tüketimi ve ısı üretimi açısından incelenmesine olanak tanıdı.

 

Bu dönemde, tıp ve kimya arasında bir köprü kuran İsviçreli hekim ve düşünür Paracelsus (Phillipus Theophratus Bombastus von Hohenheim, 1493-1541), canlılardaki süreçleri kimyasal terimlerle açıklama fikrini ortaya attı. Bu yaklaşım, daha sonra İatrokimya Okulu'nun temellerini oluşturdu. Bu okulun önemli temsilcilerinden biri olan Flaman bilim insanı Jan Baptist van Helmont (1577-1644), gazlar üzerine yaptığı çalışmalarla "gaz" terimini literatüre kazandırdı. Van Helmont, havanın akciğerlerden süzülerek geçtiğini ve akciğer hücrelerinin bir çeşit motor gücüne sahip olduğunu ileri sürdü.

 

1660 yılında İngiliz bilim insanı Robert Boyle (1627-1691), canlıların yaşamını sürdürmesi için havanın tamamına değil, sadece belirli bir bileşenine ihtiyaç duyduğunu keşfetti. Ancak dönemin çoğu bilim insanı, yanıcı maddelerin içinde bulunan ve yanma sırasında açığa çıktığı düşünülen hayali bir madde olan flogiston teorisine inanmaya devam etti.

 

John Mayow (1645-1679) ise yanma ve solunum sırasında açığa çıkan gazları izole etmeyi başardı. Havanın yalnızca bir kısmının yanma ve solunum için kullanıldığını fark ederek, bu kısma "nitro-aerial" parçacıklar adını verdi. Günümüzde bu parçacıkların oksijen olduğunu biliyoruz.

 

1669'da İngiliz hekim Richard Lower (1631-1691), solunum fizyolojisi alanında çığır açan deneyler gerçekleştirdi. Arteriyel ve venöz kan arasındaki renk farkını inceleyerek, kanın akciğerlerden geçerken solunan havayla karıştığını gözlemledi.

Ancak modern solunum teorisinin tamamlanması, 18. yüzyılda kimyasal elementlerin keşfiyle mümkün oldu. Joseph Black karbondioksiti, Henry Cavendish hidrojeni, Daniel Rutherford azotu ve Joseph Priestley oksijeni keşfetti. Bu keşifler, Antoine-Laurent de Lavoisier'nin (1743-1794) çığır açan çalışmalarına zemin hazırladı.

Lavoisier'nin solunum sisteminde oksijenin rolünü keşfetme süreci, 1770'lerin sonlarında ve 1780'lerin başlarında gerçekleşti. Bu süreç, bir dizi önemli deney ile aşamalı olarak ilerledi ve kanıtlandı. 

 

  1. 1775: Lavoisier, oksijenin varlığını keşfetti ve ona "oksijen" adını verdi. Bu, solunumun anlaşılması için kritik bir adımdı.
  2. 1777: "Mémoire sur la combustion en général" (Genel Olarak Yanma Üzerine Anı) adlı çalışmasında, Lavoisier şu önemli gözlemi yaptı: "Saf hava (oksijen), akciğerlere girdikten sonra, kısmen sabit hava (karbondioksit) olarak ayrılır." Bu, oksijenin solunumdaki rolüne dair ilk açık ifadeydi.
  3. 1780: Lavoisier, solunumun yavaş bir yanma süreci olduğunu ve ısı ürettiğini öne sürdü. Bu hipotez, solunumun metabolik rolünü anlamada önemliydi.
  4. 1783: Arkadaşı Pierre-Simon Laplace (1749-1827) ile geliştirdiği buz-kalorimetresi ile yanma ve solunum sırasında açığa çıkan ısı miktarını ölçmeyi başardı; bu deneylerde, canlı bir kobay farenin ve yanan kömür parçasının ürettiği karbondioksit ve ısı miktarını karşılaştırdı ve solunumun bir yanma süreci olduğu fikrini destekledi.
  5. 1789: Armand Séguin ile yaptığı deneylerde, insan solunumunda tüketilen oksijen miktarını ölçtü ve bu çalışmalar, solunumun daha geniş bir biyolojik döngüdeki rolünü açıklayan yeni bir teorinin temellerini attı. Lavoisier, solunum, terleme ve sindirim arasındaki ilişkiyi tanımlayarak, insan metabolizmasını fiziksel süreçlerin bir sonucu olarak açıkladı.

 

Ne yazık ki Fransız Devrimi sırasında, eski rejimle bağlantılı olduğu gerekçesiyle diğer vergi tahsildarlarıyla birlikte tutuklandı. 8 Mayıs 1794'te giyotinle idam edildi. Rivayete göre, deneylerini tamamlamak için geçici bir erteleme istediğinde, yargıç "Cumhuriyet'in bilim adamlarına ihtiyacı yok" diye cevap verdi. Lavoisier'nin trajik sonu, bilim dünyası için büyük bir kayıp oldu, ancak solunum fizyolojisine yaptığı katkılar kalıcı oldu.

 

Eski Yunan filozofu Anaksagoras'ın "Hiçbir şey doğmaz ve yok olmaz, sadece var olan şeyler birleşir ve ayrılır" şeklindeki ifadesinden uyarladığı "Rien ne se perd, rien ne se crée, tout se transforme" (Hiçbir şey kaybolmaz, hiçbir şey yaratılmaz, her şey dönüşür) Lavoisier'e atfedilen sözüyle dolaşım sisteminin tarihçesi hakkındaki bilgi paylaşımımızın sonuna ulaştık. Sırada pulmoner hipertansiyonun tarihçesine birlikte bakacağız. 101,103,108,109

 

Konunun başında da belirtildiği üzere, 1850'li yıllarda tıp alanında, doktorların tanı ve tedavi yöntemleri oldukça sınırlıydı. O dönemde doktorlar, ellerinden ilkel bir stetoskopla hastalarını muayene ederken temel olarak gözlem yeteneklerine, ellerine, burunlarına ve kulaklarına güveniyorlardı. Solgunluk, siyanoz veya çırpınan bir titreme gibi belirtileri görebiliyorlardı, ancak bu belirtilerin ne anlama geldiğini anlamıyorlardı. Göğüs hareketlerini hissedebiliyor ve zarif vurmalı parmaklarıyla farklı tonlara dokunabiliyordu ama içeride neler olup bittiği hakkında hiçbir fikirleri yoktu. 1

 

Sonrasında bilimsel keşif çağı başladı. Tıp ve sağlık alanında devrim yaratan üç önemli gelişme gerçekleşti. Louis Pasteur (1822-1895), mikropların hastalıklara neden olduğu teorisini geliştirdi ve mikroskopi kullanarak hastalıkları açıkladı. Wilhelm Conrad Röntgen (1845-1923), X-ışınlarını keşfetti ve bu buluş, tıbbi teşhis ve tedavide yeni bir dönem başlattı. Edwin Chadwick (1800-1890), enfeksiyonların kötü yaşam koşullarından kaynaklandığını savunarak, halk sağlığı yasalarının reformunu teşvik etti. Ignaz Semmelweis (1818-1865), doğum sonrası ateşin temiz ellerle önlenebileceğini kanıtladı ve hijyenin önemini vurguladı. John Snow (1813-1858), kolera salgınlarının su kaynaklarıyla ilişkisini haritalayarak modern epidemiyolojinin temellerini attı. Joseph Lister (1827-1912), cerrahi antiseptikler kullanarak enfeksiyon kontrolünde çığır açtı. John Hutchinson (1811-1861), akciğer kapasitesini ölçen spirometreyi geliştirerek, solunum fonksiyon testlerinin öncüsü oldu. Bu gelişmeler, modern tıbbın ve halk sağlığının temelini oluşturdu. 1

 

Akciğer fonksiyon testleri yavaş gelişti ve Hutchison'ın akciğer hacimlerinden Tiffeneau'nun akış hızlarına geçiş 100 yıl sürdü. Bunu, 1950'lerde gaz değişimini anlamak için büyük bir akademik çaba izledi ve karbon monoksit transferini ve vücut pletismografisini (Damar Hacmi Değişim Testi) klinik olarak kullanışlı hale getirme girişimleri oldu. Ancak, daha önemlisi kan gazı ölçümleriydi. Günümüzde, peak akım ölçerlere göre bazı faydaları olsa da, basit oksimetreler akciğer tıbbının vazgeçilmez bir aracı haline gelmiştir. 1

 

Endoskopi, 1849'daki ilk larinksoskopiden 1904'teki rijit bronkoskopiye kadar yavaşça gelişti. Başlangıçta hiç anestezi olmadan veya daha az dayanıklılar için kokain spreyi ile yapıldı. Ancak 1970'lerde Japon lif optiği ile her şey değişti; 1980'e gelindiğinde, tanısal bronkoskopi artık cerrahlar tarafından değil, hekimler tarafından gerçekleştiriliyordu. 1

 

Etkin ilaç tedaviler ise 1930'lu yıllardan sonra ortaya çıkmaya başladı. Mantarlar yüzyıllardır enfeksiyonları tedavi etmek için kullanılmıştı, ancak Fleming'in 1928'de penisilini araştırması; Florey ve Pfizer, 1942'de üretim aşamasına geçmesinde önemli rol oynamıştır. Ardından streptomisin (1944), tetrasiklin (1945), kloramfenikol (1947), eritromisin (1949), izoniazid (1952) ve rifampisin (1957) geldi. Bu ilaçlar sayesinde, doktorlar enfeksiyonları sadece izlemekle kalmayıp, etkin bir şekilde tedavi edebilme imkanına kavuşmuşlardır. Bu dönem, tıp alanında çalışanlar için heyecan verici bir çağ olmalıydı. 1

 

Kısa bir süre sonra, kortizonun mucizesi gerçekleşti. 1949'da romatoid artrit hastaları, yataklarından kalkıp yürümeye başladılar ve bu mucize ilaç tüm bilinen hastalıkları tedavi etmeye başladı. Daha sonra ilacın faydaları ve yan etkileri hızla anlaşıldı. Kontrollü deneyler daha uzun süre alır. Astım atağına karşı tedavi olumlu sonuçlar verdi ve inhalasyonla kullanılan kortikosteroidlerle uzun vadeli kontrol sağlandı. 1

 

İlk güçlü nebülizör, 1858'de Jean Sales-Girons (1808-1879) tarafından Fransa'da icat edildi. Cihazın geliştirme süreci, 1960'lardan sonra etkili bir tedavi yönetimi olmasını sağladı. Ancak 1980'lerden sonra, non-invaziv pozitif basınçlı ventilasyon yaygınlaşmış ve o zamandan beri cihazlar sürekli olarak geliştirilmektedir. Bu gelişmeler, 100 yıl önce hayatını kaybedecek olan yüz binlerce kişiyi hayatta tutmuştur. Bu bağlamda, oksijen teslim cihazları da önemli bir rol oynamaktadır; tüpler, sıvı oksijen depoları ve büyük boyutlu konsantratörler, hafif ve taşınabilir versiyonlarla değiştirilmiştir, bu cihazlar genellikle 2 kg'dan daha az ağırlıktadır. 1

 

Tıp tarihi, küçük adımlarla doludur ve her biri, bugün sahip olduğumuz tıbbi bilgi ve uygulamaların temelini oluşturmuştur. Örneğin, 1904'te endotrakeal entübasyon (cerrahi borunun ağızdan veya burundan solunum yoluna yerleştirilmesi) ve 1847'de kloroform gibi anestezik gazların keşfi, cerrahi müdahalelerin güvenliğini ve etkinliğini artırmıştır. Antisepsis yöntemleri ve 1870'lerde geliştirilen kan grupları ve güvenli kan transfüzyonu, enfeksiyon kontrolünde devrim yaratmıştır. Antibiyotiklerin 1940'larda keşfi ise, enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde yeni bir çağ açmıştır. Tüm bu ilerlemeler, cesur öncüler sayesinde mümkün olmuştur. 1

 

Her yeni cerrahi operasyon, öncekilerin deneyimleri üzerine inşa edilmiştir. Örneğin, yapay pnömotoraks (1830'lar) thorakoplasti (1880'lar) ve plombaj (1920'ler) gibi tedavilere yol açmıştır. Pnömonektomi sonrası ilk hayatta kalma vakası 1931'de gerçekleşmiş, ancak sonraki 16 hasta hayatını kaybetmiştir. Zamanla, tüberküloz cerrahisi, 1950'lerde akciğer kanseri rezeksiyonuna dönüşmüştür. 1850'den itibaren plevral sıvının drenajı rutin hale gelmiş, Axel Munthe 1929'da "The Story of San Michele" adlı eserinde bir ev ziyareti sırasında bir pet maymunun empiyemini nasıl boşalttığını anlatmıştır. Torakoskopi 1910'da başlamış ve 1970'lerde fiber optiklerle ilerlemiştir. Günümüzde, video yardımlı torakoskopik cerrahi, plevral hastalıkların incelenmesi, akciğer biyopsisi, pnömotoraks tedavisi ve basit rezeksiyonlar için kullanılmaktadır. Akciğer nakli, 1970'lerde başarılı operasyonlarla son evre akciğer hastalığı için yeni ve harika umutlar sunmuş ve şimdi rutin hale gelmiştir, ancak donör organların kıtlığı ile sınırlıdır. 1

 

Torasik cerrahi, kalp cerrahisine öncülük etmiş ve 1960'larda akciğer cerrahisinin geride kalma tehlikesi ortaya çıkmıştır. Ancak, 1970'lerde akciğer cerrahisi ayrı bir alan olarak gelişmiş ve gelişmeye devam etmiştir. Teknik değişiklikler kadar, organizasyonel değişiklikler de önemlidir. 1

 

Not: Her hastalık insan hayatında önemlidir, ancak nadir bir hastalığa sahip olmak, çok daha zorlu bir süreci beraberinde getirir. Tıp alanında öncü olan hekimler, özellikle nadir hastalıkların gizemini çözerek bilimin mevcut sınırlarını zorlayarak önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. Bu cesur araştırmacılar, bilinmeyenin karanlık dehlizlerine ışık tutarak, daha önce tanımlanmamış hastalıkların tanı ve tedavisini mümkün kıldıkları için o nadir hastalıklarla mücadele eden birey ve ailelerince büyük bir minnetle anılırlar.


Bilinmeyen bir gerçeği ifade etmek genellikle genel kabul görmüş düşüncelerin dışına çıkmayı, bir meydan okumayı gerektirir ve bazen toplumsal eleştirilere maruz kalmayı da beraberinde getirebilir. Zaman gelir, bir Galileo gibi, Engizisyon Mahkemesi'nde yöneltilen bütün suçlamalara rağmen "Dünya, siz kabul etseniz de etmeseniz de güneşin etrafında dönmeye devam edecek!" diyebilecek cesareti gösterebilmek gerekir. Bunun bedeli, bazen Michael Servetus'in pulmoner dolaşımı keşfettiği için Engizisyon Mahkemesi tarafından sapkınlıkla veya kafirlikle suçlanıp diri diri yakılması gibi ağır olsa bile... 

 

Zamanın ötesindeki cesur bireyler, ilerleyen zamanlarda toplumun bu anlayışa yaklaşmaya başlamasıyla anlaşılacak, takdir edilecek ve emekleri tıbbi bilginin derinliklerine yapılan cesur yolculuklar olarak tarihe geçecektir. Onların yenilikçi fikirleri ve meydan okuyucu duruşları, tıbbi bilimlerde derin izler bırakacak ve toplumun ilerlemesine katkıda bulunacaktır. Tarih boyunca, büyük değişimler ve ilerlemeler genellikle bu tür öncülerin adımlarıyla başlamıştır.

 

Tıp alanında öncü hekimler, titizlikleri ve derin tıbbi bilgileri ile pek çok hastalığın tanımlanması ve tedavisinde devrim yaratmışlardır. Bu hekimlerin yaptığı keskin gözlemler ve kapsamlı araştırmalar, modern tıbbın temelini oluşturmuş ve günümüzdeki tanı ve tedavi yöntemlerinin gelişimine zemin hazırlamıştır. Onların bu katkıları sayesinde, tıp bilimi sürekli olarak ilerlemekte ve daha önce çözümsüz gibi görünen sağlık sorunlarına çareler sunabilmektedir. Bu öncü ruh, gelecek nesillerin de ilham kaynağı olmaya devam edecektir.

 

 

 Bölüm 2 - Pulmoner Arteriyel Hipertansiyonun Tarihçesi (1891- )

 1- PAH Nedir? Ayrıntılı Bir Anlatımla

 PAH ÖZET

 

 


  

Kaynakça :  

    1. The history of respiratory disease management - PMC (nih.gov)
    2. Pneumonia History (news-medical.net)
    3. Hakan Salcı - Köpeklerde pnömonektomi sonrası farklı bronş kapatma tekniklerinin karşılaştırılması - 2006
    4. Stethoscope - Wikipedia
    5. Exploring the 175-year history of spirometry and the vital lessons it can teach us today | European Respiratory Society (ersjournals.com)
    6. Circulatory system - Wikipedia
    7. Bergamalı Lokman Hekim Galenos - Mustafa Durmaz - 2010
    8. Erasistratus - Wikipedia
    9. Antik Dönemde Anatomi Tarihi - Prof. Dr. M. Mustafa Aldur
    10. Discovery of the cardiovascular system: from Galen to William Harvey - Journal of Thrombosis and Haemostasis (jthjournal.org)
    11. Development of Anatomophysiologic Knowledge Regarding the Cardiovascular System: From Egyptians to Harvey - PMC (nih.gov) - 2014
    12. Ebers Papyrus - New World Encyclopedia
    13. [Imhotep--builder, physician, god] - PubMed (nih.gov)
    14. Edwin Smith Papyrus: The 3,600-Year-Old Textbook of Surgery | Amusing Planet
    15. Ebers Papyrus - Wikipedia
    16. Imhotep | Ancient Egyptian Architect, Physician & Statesman | Britannica
    17. Eye of Horus - Wikipedia
    18. Ankara Üniversitesi Açık Ders Malzemeleri - Mısır Dönemi Tıp ve Eczacılık Uygulamaları-2
    19. (PDF) Ancient Egyptian Medicine - Omar Amin - 2022 (researchgate.net)
    20. Ancient Egypt - World History Encyclopedia
    21. Kemet - Wikipedia
    22. Imhotep – The First Physician - Past Medical Historyfirst-physician/
    23. Chemistry (etymology) - School of Nuclear Science and Technology Lanzhou University - Yi Zhang
    24. Hippocrates - Wikipedia
    25. Humorism - Wikipedia
    26. 14 Mart Tıp Bayramı - Doç. Dr. Tuğrul TİRYAKİ - Türkiye Çocuk Hastalıkları Dergisi - Cilt 2 Sayı 3 2008
    27. A case of scleroderma mentioned by Hippocrates in his aphorisms - PubMed (nih.gov)
    28. Tavşanlarda Preoperatif Kemoterapi ve Beta Glukanın Bronş Anastomozuna Etkisi (Deneysel Çalışma) - Dr. Bayram ALTUNTAŞ’ın Uzmanlık Tezi - 2008
    29. Heart Valves | History Timeline (historytimelines.co)
    30. Library of Alexandria - Wikipedia
    31. Herophilos - Wikipedia
    32. Erasistratus Of Ceos | Anatomy, Physiology, Medicine | Britannica
    33. Aulus Cornelius Celsus - Wikipedia
    34. Aulus Cornelius Celsus | Ancient Medicine, Roman Physician, Medical Treatises | Britannica
    35. Thorwald, Jurgen (2002). Cerrahların Dünyası (Kazım Ergin, Çev.). Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası, 55(1)
    36. Galen - Wikipedia
    37. Discovery of the cardiovascular system: from Galen to William Harvey - ScienceDirect
    38. Gladyatörlerin doktoru Galen - Cumartesi (milliyet.com.tr)
    39. Al-Razi | Biography & Facts | Britannica
    40. Abu Bakr al-Razi - Wikipedia
    41. Freethought - Wikipedia
    42. Aforizmalar | Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları (iskultur.com.tr)
    43. When Islamic atheism thrived | Amira Nowaira | The Guardian
    44. Abu Bakr Muhammad Ibn Zakariya Al Razi (Rhazes): Philosopher, Physician and Alchemist - PMC (nih.gov)
    45. A tribute to Zakariya Razi (865 - 925 AD), an Iranian pioneer scholar - PubMed (nih.gov)
    46. Avicenna - Wikipedia
    47. Osmanlı Tıbbının Kaynakları ve Osmanlı Tıbbına Giriş - Prof.Dr.Ahmed Ağırakça
    48. İbn-i Sina 1025 – Şimdiye kadar yazılmış en ünlü tıp ders kitabının yazarı | Prof. Dr. Mustafa ÖZDOĞAN (drozdogan.com)
    49. Ibn Sina (Avicenna): The Prince Of Physicians - PMC (nih.gov)
    50. Modern tıbbın temel taşlarını döşeyen bilim insanı: İbn-i Sina (aa.com.tr)
    51. Avicenna | Biography, Books, & Facts | Britannica
    52. The Canon of Medicine - Wikipedia
    53. İbn-i Sinâ’nın Ahlâk Anlayışı - (egitisim.gen.tr)
    54. The Reality of Ibn Sina (Avicenna), Famous Scientist and Philosopher | Bakkah.net
    55. Avicenna - UNESCO Digital Library
    56. Al-Maʿarri - Wikiquote
    57. Ibn-al-Nafis: An Ophthalmologist Who First Correctly Described the Circulatory System | TVST | ARVO Journals
    58. Qarshi Ibn Al Nafis [1210-1288] - Muslim Physician, the Father of Circulatory Physiology | The Review of Religionsry-physiology/
    59. İbnü'n-Nefîs - Vikipedi (wikipedia.org)
    60. Ibn al-Nafis - Wikipedia
    61. (PDF) İbni Sina, Avicenna - Okan Bolukbasi - 2010(researchgate.net)
    62. Brief History of the Cardiovascular System | Thoracic Key
    63. Leonardo da Vinci - Wikipedia
    64. Leonardo da Vinci - Anatomy, Art, Science | Britannica
    65. Michael Servetus - Wikipedia
    66. William Harvey - Wikipedia
    67. Exercitatio Anatomica de Motu Cordis et Sanguinis in Animalibus - Wikipedia
    68. Exercitatio Anatomica de Motu Cordis et Sanguinis in Animalibus - William Harvey - 1628
    69. William Harvey and the Discovery of the Circulation of the Blood | Circulation Research (ahajournals.org)
    70. Geçmişten Bugüne Türkiye’de Göğüs Hastalıkları Hekimliğinin Gelişimi - Giriş - Mahmut Gürgan - Giriş - TTD 2012
    71. Andreas Vesalius - Vikipedi (wikipedia.org)
    72. Nail clubbing - Wikipedia
    73. Pulmonary Hypertension - PMC - John H. Newman - 2005 (nih.gov)
    74. Giovanni Battista Morgagni and the Foundation of Modem Medicine - Hector O. Venrura - 2000
    75. How Your Lungs Get the Job Done | American Lung Association
    76. Asclepius - Wikipedia
    77. Asclepius - an overview | ScienceDirect Topics
    78. Empyema and Bronchopleural Fistula | Pearson's General Thoracic (sts.org)
    79. The Internet Classics Archive | Aphorisms by Hippocrates (mit.edu)
    80. Hipokrat'ın Tıp Tarihindeki Yeri ve Bazı Sonuçlar - Ayşegül Demirhan Erdemir - Anadolu Tıbbı Dergisi 2022
    81. Hipokrat Yemini - Vikipedi (wikipedia.org)
    82. Hekimlik_Andi.pdf (hacettepe.edu.tr)
    83. Anatominin Tarihçesi | turkcerrahi.com
    84. What do we know about Erasistratus? Part 1 (researchgate.net)
    85. MÜSLÜMAN AKLININ MÜHÜRLENİŞİNİN HİKAYESİ | by Hakikat | Medium
    86. The Life of Ibn Sina: A Critical Edition and Annotated Translation - Avicenna, Ab? ?Al? al-?usayn b. ?Abd All?h Ibn S?n?, ?Abd al-W??id J?zj?n? - Google Kitaplar
    87. Dimitri Gutas Avicenna And The Aristotelian Tradition, 2nd Edition BRILL ( 2013) : Free Download, Borrow, and Streaming : Internet Archive
    88. Mondino de Luzzi - Vikipedi (wikipedia.org)
    89. Jacopo Berengario da Carpi - Wikipedia
    90. Cardiovascular Research by Leonardo da Vinci (1452–1519) | Circulation Research (ahajournals.org)
    91. Leonardo da Vinci: anatomist (bjgp.org)
    92. Leonardo da Vinci (1452–1519) | Circulation Research (ahajournals.org)
    93. Görüşleri Yüzünden Yargılanan veya Öldürülen 9 Bilim İnsanı – Sophos Akademi
    94. Pythagoras - Wikipedia
    95. Socrates - Wikipedia
    96. Hypatia - Wikipedia
    97. Roger Bacon - Wikipedia
    98. Nicolaus Copernicus - Wikipedia
    99. Giordano Bruno - Wikipedia
    100. Galileo Galilei - Wikipedia
    101. Antoine Lavoisier - Wikipedia
    102. Leonardo da Vinci | Biography, Art, Paintings, Mona Lisa, Drawings, Inventions, Achievements, & Facts | Britannica
    103. Hallmarks in the study of respiratory physiology and the crucial role of Antoine-Laurent de Lavoisier (1743–1794) | American Journal of Physiology-Lung Cellular and Molecular Physiology
    104. How much blood is in the human body? What to know (medicalnewstoday.com)
    105. Galileo's Microscope | Lens on Leeuwenhoek
    106. Microscope | Types, Parts, History, Diagram, & Facts | Britannica
    107. Marcello Malpighi - Vikipedi (wikipedia.org)
    108. Traité Élémentaire de Chimie - Antoine Laurent Lavoisier - 1789
    109. Rien ne se perd, rien ne se crée, tout se transforme — Wikipédia (wikipedia.org)

  


Yazan: Kamil Hamidullah
Oluşturma Tarihi: Kamil Hamidullah / EKİM 2018
Önceki güncelleme: Kamil Hamidullah / AĞUSTOS 2024
Son güncelleme: Kamil Hamidullah / EYLÜL 2024


 

Bölüm Bölüm Olarak: Dolaşım Sisteminin Tarihçesine Bir Bakış

 

 

 

#PulmonerHipertansiyon #DolaşımSistemi #PAHSSc

Eskişehir Web Tasarım